“En büyük kumarhane kapitalizm!” – Röportaj – Birgün Gazetesi 22 Kasım 2012 – Kadir İncesu

Filiz Elasu foto Kadir İncesu 22 Eylül 2012 (12)

Filiz Elasu, geçtiğimiz günlerde Destek Yayınları’ndan yayımlanan ilk romanı  “Oyun”’da 1990’lı yılların şehirlerimizde, turistik beldelerimizde mantar gibi biten kumarhanelerini mekân olarak kullanırken, Melahat, Semra, Uğur ve Topal’la birlikte İstanbul’dan Marmaris’e uzanan bir yazın tanıklığına ortak ediyor bizi.  Filiz Elasu ile “Oyun”u konuştuk.

İlk romanınız  “Oyun”la okur karşındasınız. Heyecanlı olmalısınız, bunda kuşku yok. Heyecanın yanında, başka duygular, başka izlenimler de var mı? Örneğin, anlaşılmama, okunmama, yeterli ilgiyi görmeme gibi tedirginlikleriniz de var mı? Yoksa ben yazıp ortaya koydum, okuyan okur, anlayan anlar mı diyorsunuz?

Yaratmakla yayımlamak arasındaki farktan bahsediyorsanız, tabii ki yarattığını kitap formunda okura sunan yazar, nihayetinde okunmak isteyecektir.  Bu son derece doğal. Ancak, günümüzde edebiyat eseri, bir ürün olarak görülüyorsa ve bir piyasası varsa, oradan kaynaklanan tedirginlik yazarı etkileyecektir. Çünkü o piyasanın, özellikle ülkemizde, hiç de adil olmayan bir şekilde işlediğini biliyoruz. Serbest olmayan “serbest piyasa” ekonomisi, bir ülkede sadece bir sektörde değil, tüm sektörlerde aynı çarpıklıkları, yoz ilişkileri üretecektir. Bundan yayın sektörünün etkilenmemesi, herhalde bir mucize olurdu diye düşünüyorum. Böyle düşününce bir tedirginlik duymuyorum, zira piyasa için yazmış değilim, romanımı da satılacak, pazarlanacak bir ürün olarak görmüyorum. Tanıtımı olduğu sürece, ilgi çekeceğine inanıyorum.

Anlaşılmama konusuna gelince, bir röportajında Tomris Uyar “Okur için yazmak suçtur!” der. Burada bence, eksik bırakılmış bir nokta var, dolayısıyla da yanlış anlaşılan. “Niçin yazar kişi?” gibisinden ontolojik bir mesele değil bahsettiğim, bunları halletmiş, “hazır” kişiden bahsediyorum ki, yukarıda belirttiğim gibi okur için, okunmak için yazıyordur zaten, yoksa yazıp kimseye göstermeden çöpe de atabilir yazdıklarını. Ama şunu yapmaz bence nitelikli yazar: okurun beğenisini düşünerek yaratmaz ya da beğenilmeyeceğini düşünerek kendini sınırlamaz. Üstelik edebi eserle okur arasındaki ilişki özneldir, özeldir. Tamamıyla anlaşılmak ise mümkün müdür, bilemiyorum. Anlaşılıyorsa bile bu ne kadar iyi veya kötüdür yazar açısından, buna ancak yazarın kendisi karar verebilir diye düşünüyorum.

Gelen tepkiler, beklentilerinizi karşıladı mı?

Farklı düzlemlerde okunabilecek bir roman yazdığımı düşünüyorum. Kimisi, düz anlamlarıyla okuyup değerlendirecek, kimisi ise kendi yaşanmışlık ve eğitim düzeyine, özellikle de “okurluk” düzeyine göre farklı anlamları, oyunları keşfedecektir. Bu anlamda, gelen tepkilerin hoşuma gittiğini, kimin ne kadar, nasıl anladığını görmenin keyif verici olduğunu, şu ana kadar, ifade etmeliyim.

Romana gelirsek… Önce romanın geçtiği dönemle ilgili bir sorum olacak: Türkiye ilk kez Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde yaygınlaşan kumar salonlarıyla tanıştı. Oysa Özal ve yandaşları bildiğiniz gibi “milliyetçi”, “muhafazakâr” ve “dindar” olma iddiasında bir siyasi çizgi oluşturmuşlardı. Oysa kumar dinen yasak edilmiştir. Bu çelişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Bir çelişki görmüyorum aslında. Kapitalizme ve neo-liberal düzene ülkeyi bütünüyle eklemleyenler, burada bir çelişki görmüyorlarsa; dinle, İslam’la vahşi kapitalizmi bağdaştırmakta sorun yaşamıyorlarsa; kumarhanelerin yasak olmasının hiçbir anlamı olamaz. Yaşadığımız kapitalist sistemin en büyük kumarhane olduğunu göremeyenlerin,  “milliyetçilik”, “muhafazakârlık” ve “dindarlıkla”  ilgili iddiaları sadece bir illüzyon. Mesele, illüzyona kapılmış olanların miktarındadır.

“Oyun”, insanların yaşama bakışının bir izdüşümü müdür?

80’lerden bu yana, insanların günlük hayatlarında kendilerini ifade ettikleri, düşünce ve yaşam şekilleriyle özdeşleştirdikleri, “kazanmak”, “kaybetmek” üzerine kurdukları ve aslında son derece ideolojik olan, bir söylem var, bunun ne kadarı bilinçli, tartışılır. Aynı zamanda, çeşitli kelimelerle ifade edilen “şans, rastlantı…”  gibi kavramlar, inanışlar da var. “Oyun” nedir, ne değildir?  Okura bırakıyorum.

Bir roman mekânı olarak kumarhane, bunca ayrıntılı biçimde edebiyat malzemesi olmamıştı. Bu saptamaya katılır mısınız?

Ülkemiz edebiyatında, kumarhanelerin mekân olarak kullanıldığı bir eserden haberim yok. Yurtdışında ise kumarhaneler üzerine son derece ünlü filmler var: Robert Redford ve Sharon Stone’un başrolde olduğu “Casino” filmi, James Bond’un “Casino Royale”i aklıma gelenlerden bazıları. Casino Royale’in İan Fleming’in romanından uyarlandığını biliyorum ama benim versiyonumda mafya ya da gizli ajanlar yok maalesef.

Roman yazarlığı konusunda bir savınız olmasa, sanırım bu kitabı yayımlama gereği duymazdınız.. Günümüz Türkiye romancılığı içinde kendinizi nereye koyuyorsunuz?

İyi bir okur olduğumu iddia edebilirim: yaşam deneyimimden, ilgi duyduğum çeşitli alanlardaki akademik, iş hayatına dair tecrübe ve bilgilerimden kaynaklı bir beğeni oluşturmuş olduğumu da söyleyebilirim. Bir okur olarak kendi kitabımı beğenmesem, evet, herhalde yayımlamazdım. Türkiye romancılığı içinde kendimi nereye koyduğum sorusunu ise birkaç kitaptan sonra yanıtlamayı tercih ederim.

Açık, anlaşılır, doğrudan anlatan bir tarzınız var. Bu riskli bir yol değil mi sizce? Çünkü anlaşılmaz olmayı, okura kök söktürmeyi, sağ elle sol kulağı göstermeyi modernlik diye algılayanların pirim yaptığı da bilinen bir olgu. Bu görüşe katılır mısınız?

Düz yazıda, özellikle romanda çok fazla imgeyi, ağdalı bir dili sevmiyorum. Sevenlere bir şey diyemem. Son kertede edebiyat, bir zevk işidir. Her tarz, her okura hitap etmeyebilir, etmek zorunda da değil! Ancak, belirli bir tarzda yazmayı seçenlerin, iyi veya kötü edebiyatçı olduğu anlamına gelmez bu. Kendi açımdan açık, anlaşılır bir dil kullanmakla birlikte, boşluklar bırakmayı, okurun zihnini farklı şekillerde çalıştırmayı tercih ettiğimi söylemeliyim.

Sorunuzun diğer kısmına gelecek olursak, modernle, anlaşılmaz olmanın eşdeğer olduğunu düşünmüyorum. Yalnız, sosyal medyanın, televizyonun kitleleri bunca etkilediği, beyinleri uyuşturduğu ve tembelliğe ittiği bir dönemde, “iyi edebiyat-kötü edebiyat” söylemlerinin böyle bir noktadan hareketle şekillenmesi, “lüks” gibi geliyor bana.

1980 sonrasında yazmaya başlayan yeni kuşağın çoğunda görülen ortak özellik, eskimiş, kullanımdan kalkmış sözcüklerle yazmak. Üstelik Türkçesi de nicedir dilimize yerleşmiş sözcükler bunlar. (Sadece, rağmen, vakit, müsaade, tedbir, şart, nihayet, davet, tesir, sebep vb.)

Ben de o kuşağa aitim sanırım: “eskimiş, kullanımdan kalkmış” dediğiniz sözcükler benim beynime kazınmışlarsa ve elime kâğıdı kalemi aldığımda dökülüyorlarsa metne, demek ki benim için eskimemişlerdir. Dağarcığımda olmayan bir kelimeyi, Türkçesi dururken, başka bir dilden alıp kullanıyorsam, eleştirinize katılırım. Ancak, dilin bir müziği olduğunu düşünenlerdenim ve açıkçası, bilinçaltımı felce uğratmak niyetinde değilim.

Romanda, duygusal anlamda kadın erkek ilişkisi kadar, işyerlerinde çalışan kadınla erkeğin yönetme ve yönetilme koşulları da söz konusu ediliyor. Bu bağlamda doğal olarak yazarı kadın hakları savunucu konumunda görüyoruz.  Katılır mısınız?

Romanda farklı kadın karakterler var, işyerindeki çalışma koşullarına farklı tepkiler veren kadınlar. Romanın bu konuda, aslında hiçbir konuda, bir savunusu, dikte ettiği bir konum yok! Farklı karakterler, farklı duygu ve düşüncelere sahip ve bunlar uyarınca çalışıyor, iş ilişkilerini sürdürüyor, yaşıyorlar. Anlatmaktan ziyade, göstermeyi tercih eden bir roman yazmaya çalıştım. Çıkarımlar okura ait.

Romanınızda Batılı kahramanlar da var: Alan, Alisa… Anna’yı da unutmamak gerekir. Neden bu kadar çok işliyorsunuz Batılıları? Bizde durum böyle de, Batı’da çok mu farklı?

Ülkenin, özellikle kadının “modernleşmesi”, “özgürleşmesi” hep Batı’ya öykünerek, Batı’yı rol modeli alarak gerçekleşmiştir ülkemizde. Batılı karakterleri, Batı’yı işlemem biraz da bu yüzden. Referans noktamız sosyo-politik ölçekte Batı olduğu ve Batı kaynaklı kapitalist üretim ilişkilerini esas aldığımız için. Batı’da her şey mükemmel mi? Uzun yıllar İngiltere’de yaşamış biri olarak, “Tabii ki hayır!” cevabım. Bunlara dair çeşitli göndermeler mevcut romanda.

Kadın üzerine yazan birisi olarak ‘kadın yazar’ olarak adlandırılmak sizi rahatsız eder mi?

Bu romanda “kadın” üzerine yazmış olmam, başkalarında öyle olacağı anlamını taşımıyor. “Kadın yazar, kadın şair, kadın sanatçı…” gibi tanımlamaları çekici bulduğumu söyleyemeyeceğim. Kadın olduğum için kadın bakış açısını, dilini, kadın karakterleri taşıyabilirim ürettiklerime, bunda bir sorun görmüyorum. Sonuçta yazmak gerçekle-kurmacanın bileşiminden, sonsuza kadar çoğaltılabilecek veya azaltılabilecek suretlerinden oluşuyorsa, kendi gerçekliklerimizin yazdıklarımıza yansımaması düşünülemez. Ancak, bunların bizleri ne kadar tanımlayacağı veya tanımlaması gerektiği tartışılır. Zira, birini “kadın yazar” olarak nitelediğimizde bir başkasını “erkek yazar, eşcinsel yazar, Kürt yazar, ecnebi yazar, Müslüman yazar, bacakları güzel yazar…” şeklinde tanımlamanın da önünü açarız. Bu ise, sanatı kutulara koyup satmanın en kolay yoludur, aynı zamanda sanatınevrenselliğine ve bağımsızlığına vurulabilecek en büyük darbedir.

Röportaj: Kadir İncesu

Bu röportaj 28 Kasım 2012’de Birgün Gazetesinde yayınlanmıştır.

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s