Adsız’da Yedi Gün ya da Bozkırın Ortasında Annesiz Bir Rüya

Haydar Ali Albayrak / Oggito – 1 Nisan 2021

Adsız’da Yedi Gün Filiz Elasu‘nun üçüncü romanı. İlk romanı Oyun 2012’de yayımlanan yazar 2014’te ise Gezi Apartmanı‘nı kaleme almış. Adsız’da Yedi Gün, Elasu’nun artık olgunlaşan üslubunu ortaya koyuyor. Romanda ilk olarak yazarın dile hakimiyeti dikkat çekiyor. Okuru yormayan, rahat akan bir kurgu ile karşı karşıyayız. Bunda da kuşkusuz giderek bir yüzleşmenin gerilimini, merak duygusunu incelikli işleyen ve olayları bir haftaya yayıp zaman öğesinden maksimum verim sağlayan tercihin payı büyük… Romanın bir diğer meselesi ise varlık-yokluk ikilemine ve buradan hareketle kimlik arayışı ile ifade ihtiyacı üzerine kurulmuş.

Yolculuk… Büyük şehirden Bozkıra, betondan sarp kayaya…

İhtiyar olarak andığı babası Musa’yı bir sol partinin düzenlediği gecede konuşmak üzere çıktığı kürsüde kaybeden Salih, defin işlerinin ardından anneannesiyle görüşmek için memleketine doğru yola çıkar. Roman bu yolculuğu, anneanne Meryem’e kavuşma, babayı yad etme ve özü bulma biçiminde kendi içinde dallara ayırarak zenginleştiriyor. Salih eski model otomobiline atladığı gibi soluğu Anadolu’nun toz toprak yollarında alıyor. Yalnız çıktığı bu yolculukta ona kafasının içindeki ses eşlik ediyor. Uzun ve yorucu baş ağrılarının ardından kitapta ayrıntılarıyla belirtilmese de nörolojik temelli olduğunu tahmin ettiğimiz nöbetler geçiren Salih, köyde çocukluğu ile yüzleşiyor, akrabası Mustafa ile dostluk geliştirirken başka bir dünyadan bulduğu Nuray’a da ilgi duymaya başlıyor. Roman boyunca Salih’in eşlikçileri eksik olmuyor. Onu nöbetlere sürükleyen Ses’in bıraktığı yerden bu kez rehber çocuk Neşet alıyor, o da bir yandan Salih’e ören yerlerini gezdiriyor, diğer yandan bölgenin mitolojik arka planını ve tarihini anlatıyor. Baştan sona bir arayış halinde geçen roman, Salih’in aydınlanmasıyla son buluyor.

Annesizliğin serbest düşüşü ve her duyguda anneye yönelme hali

Romandaki belirgin duygunun Salih’in eksikliği olduğunu söyleyebiliriz. Anne şefkatinden uzakta, netlik’ten başka bir şey bilmeyen, sevgi vermesine karşın şüphesiz bir ananın yerini tutmayan babasıyla büyümüş Salih. Annesini çocuk yaşta yitiren Salih köyüne aklı ve gönlü bulanık dönüyor. Annenin ardından babayı yitirmenin, köksüz kalmanın acısı ve şaşkınlığıyla. Kazık kadar adam olmanın işe yaramazlığıyla… Henüz gidiş yolunda Ses’in müdahalesi içe dönük amansız bir sorgunun da fitilini ateşliyor. Ses’in açtığı kadınlık tartışmaları Salih’in içindeki annesizliği harekete geçiriyor. Ses “Demek, Meryem’in şehrinden gelip Meryem’i arıyorsun” (s.47) diye aklını karıştırıyor Salih’in. Böylelikle bir yanda bilinmezliği inşa ederken bir yandan ipucu niteliği taşıyan anahtar özdeşleştirmeler sunuyor. İstanbul’un Helena ve Meryem Ana figürleriyle anılması, Salih’in ise tamamen kimsesiz kaldıktan sonra Meryem Anneannesine kavuşmak için yola düşmesi zihninde bir tür çember etkisi yaratıyor. Kendinden gelip yine kendine gitmenin tarifini de ortaya koyuyor. Bu çemberde Salih’i zorlayan unsur ise annesizliği. Çemberin bir yanı anneye kavuşmanın telaşını temsil ederken diğer yanı adeta ondan kaçmanın ve çocukluğun başıboşluğunu simgeliyor. Yazar bu çemberin tam ortasına ise Kibele’yi oturtmuş. Kitapta karşılaştığımız kadınların ortak özelliği Kibele’yi, başka bir deyişle anne’yi andırmaları…

İstanbul’un tüketim çukurunda emeğine yabancılaşmış, eylem trafiğinde hakiki bir harekete hasret kalmış Salih, konuşması bile telaşlı, canlı olan Nuray’a vuruluyor. Nuray’ın da bedeni Kibele gibi tombul ve şalvarı-yeleği ile bir nevi tarımsal üretimi, kırsal yaşamı imliyor. Onu oradan alıp bir yere götüremezsiniz o orada güzel; oturduğu koltukta, ekilip biçildiği toprakta! Günler akıp giderken, tebdili mekanda ferahlık olması beklenirken annesizlik hatırası Salih’in peşini bir türlü bırakmıyor öyle ki Nuray’a yönelmek istediği anlarda görünmez bir el onu durduruyor. Belki anne imgesini yaratıyor zihninde ve yasaklıyor kendine Nuray’ın tanrıça bedenini.

Siyasal çoraklık, Bozkır bağnazlığı ve Anadolu bilgeliği

Adsız’da Yedi Gün Salih’in arayışı etrafında şekillenirken, onun özgürleştiği bir haftayı konu alırken bir yandan siyasal göndermeler barındırıyor. Bu göndermelerin ise günümüzde toplumsal gerilimi besleyen etnik ve dini kimliklere işaret ettiğini görüyoruz. Aslında buraya gelmeden bir noktanın altının çizmekte yarar görüyorum. Anadolu bize neyi anımsatıyor? Soruyu doğrudan sorarsak: Genç kuşaklar için ne anlama geliyor? Bir alay konusu Anadolu… “Anadolu bilgeliği” dendiğinde eşekle cinsel ilişkiye giren “ortalama yurdum insanı”, başka bir deyişle bu toprakların vasat tabiatı geliyor akla. Oysa Anadolu Ahi teşkilatından tutun, Yunus Emre, Hacı Bektaş gibi zengin tasavvufi yorumlara değin birçok sosyo-ekonomik yaşam öğretisini barındıran insanlık tarihinin açıkça takip edilebildiği gelişim merkezlerinden… Ana Tanrıçanın varlığı bile bereketin, üretimin, yaşamın bu topraklarda ne ölçüde değer gördüğünü ispatlıyor. Peki ne oldu da Anadolu bugün Müge Anlı programlarıyla algılanır, dahası yargılanır oldu? Bu çürümeye nasıl varıldı? Şüphesiz ekonomik koşullardan söz edebiliriz. Büyük şehirlere göç, geçim imkânlarının kısıtlılığı, dayanışmayı esas alan esnaf örgütlülüğünün gayriahlaki bir atılım ruhuyla yağmalanıp çözülmesi, tarımın kötürüm bırakılması vs. Liste uzayabilir. Diğer taraftan işin bir de cumhuriyetle hesaplaşma boyutu var. Cumhuriyete karşı yükselen devrim… Ana tanrıçayı boğazlayan, çok renkliliğin üzerine simsiyah bir çarpı çeken bir devrim… Bir siyasal çoraklık… Geçmişini yutan, geleceğine kem bakan, bağnaz bir Bozkır… Elasu romanında Anadolu’nun, Bozkırın dünü ile bugünü arasındaki bağların kopuşunu ve bu kopukluğun kültürel bir çoraklığa yol açışını işliyor. Adsız, kimliklerin, aslın arandığı, saklananın, halının altına süpürülenin karıştırıldığı, kermelerin kaldırıldığı, açık yaraların kaşınıp kanatıldığı bir coğrafya… Buradaki tüm adlar da saklı yahut salt doğayla ilintili: Saklı Kaya, Saklı Vadi, Güneşkent, Ejder Kayası, Adsız… Salih bu kayalığa, tekliğe ve bu netlik ile çelişik değerlendirebileceğimiz gizeme şaşırıyor: “Buralarda ne çok “Saklı” yer vardı, Saklı Vadi, Saklı Kaya… Kayalar mı saklanıyordu yoksa insanlar mı?” (s.138)

Gerçi Elasu’nun romanı Anadolu’yu artık kurtarılamaz bir halde betimlemiyor. Zaman zaman karşımıza, yolcumuza tarlasından kavun ikram eden amcalar çıkabiliyor. Yahut Anadolu Bilgeliğini büyümüş de küçülmüş Neşet’in olgunluğunda yakalayabiliyoruz. Neşet her yerde karşısına çıkıyor kahramanımızın, bazen ören yerinde bazen bir köy düğününde. Onu da annesi terk etmiş, belki Salih’in Ses’ten sonra kafasında canlandırdığı bir karakter, doldurduğu bir boşluk o fakat aynı zamanda Anadolu bilgeliğine duyulan özleme denk geliyor… “Bizim böyle Neşetlerimiz de var demek” için çatılmış bir karakter… Bizim Abdallarımız var, köklerini inkar etmeyenlerimiz… Bozkırda tezenelerimiz de var, Neşet Ertaş söz gelimi. Veya sinemada Ahmet Uluçay…

Adsız’da Yedi Gün bir yönüyle Bozkırın romanı… Onu “Salih’in yedi günü” olduğu kadar “Bozkırın yedi günü” olarak da okuyabiliriz. Yazar, Bozkır ile esaslı bir hesaplaşmaya girmiyor fakat medeniyetlerin gölgesini de düşürüyor metnine. Bu gölge oldukça silik çünkü günümüz gerçekleriyle pek uyuşmuyor. Anadolu Bilgeliğinin yanı sıra bir Anadolu Kardeşleşmesi de öngörülüyor. Yine Neşet seslendiriyor bu kardeşçe düşünceleri:

Bu vadide, Hristiyan keşişler ve Müslümanlar birlikte çile çekermiş, ibadetlerini birlikte yaparlarmış.” (s.73)

Adsız ise bir köksüzleşmeyi, bir inkârı, bilinçsizleşmeyi topluyor adının eteklerinde. Malum, bu çile artık çekilmiyor. Artık çilede bile ortaklaşılmıyor!

Erken inen final

Elasu romanın genelinde dile hakim, özellikle kişilerin ruh halini betimleyen ifadeleri biraz uzun tutmuş ancak bu bölümlerde dahi metin üzerinde kontrolü kaybetmemiş. Ufak tefek redaksiyona dair kusurlar gözüme takılmadı değil, bunların sorumluluğunu yayınevine yüklemek taraftarıyım… Eksik bulduğum bir diğer nokta ise yazarın olayları bağlarken sanki biraz aceleci davranmış olması, son üç günde Ahmed Arif‘in dizelerine nazire yaparcasına Elasu akşamı erken indiriyor bozkıra!

Adsız’da Yedi Gün için günün sonunda, “haftanın sonunda” ne diyebiliriz? Salih’in hızlandırılmış eğitimi mi? Yoksa günlerce süren bir düş mü? Çocukluk ile olgunluğun yer değiştirdiği, sadece zamanla mekânın değil Salih ile Salih olmayanın da birbirine dönüştüğü sürekli kıvrılan bir yolculuk mu? Tarihten kesitlerle bezenmiş, coğrafyalarda derinlere inmiş, kök salmış ve serpilmiş bir anlatı mı? “Hepsinden biraz” demek sanırım en doğrusu olacak!

* Yazıdaki alıntılar Filiz Elasu’nun Adsız’da Yedi Gün adlı eserine aittir, Ocak 2019, Siyah Beyaz Yayınları     

Haydar Ali Albayrak

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s