İnsanlık için en önemli iki icattan biri yazı ise diğeri fotograf olsa gerek! Hafızamız, yazı ve fotoğraflar… Zamanın akışına karşı geliştirebildiğimiz ve, belki de kendimizi kandırarak, varlığımızı tescil edebildiğimiz iki araç… Kime? Narsist ve medyum değilsek, toplumun diğer bireylerine tabii ki…Bunlardan yazı, ilginçtir ki insanlık tarihiyle eşdeğer olmasına rağmen insanların tümüne, bir toplumun bütün fertlerine hâlâ ulaşmış değil, -günümüzde okur-yazar olmayan pekçok insanın olduğunu düşünürsek. Halbuki fotoğraf, en fazla iki yüz senelik bir geçmişe sahip olmasına rağmen teknolojideki son gelişmelerle, çok kısa bir zamanda, en ücra köşelere kadar kitle iletişim araçları vasıtasıyla girmiş durumda. Radyoyu bir yana bırakacak olursak, televizyon, film, gazete ve en son internet sayesinde fotoğrafın, görüntünün girmediği ev, alan yok gibi. Birçok ülkede insanların boş zamanlarını değerlendirme metodunun başında televizyon seyretmek geliyor ve bir akraba veya dostla buluşmak, onları aramak yerine televizyonun başına geçmeyi tercih ediyorlar. Mesela bir Amerikalı yılda 1200 saat televizyon seyrediyor, yazı türüne, okumaya harcadığı yıllık zamansa yılda sadece 5 saat. Kısacası, söz -konuşmak veya okumak şeklinde olsun- bakmaktan daha ağır ve zahmetli hale geliyor. Aslında bunun yadırganacak bir yanı yok, çünkü duyularımızla algılamak ve düşünmek, söz ve dilin kulanılmasından önce geliyor. Doğamız bu… Kokluyor, dokunuyor, tadıyor, duyuyor ve görüyoruz… Bunlardan edindiğimiz izlenimleri, öğrendiklerimizi söze veya kaleme dökmemiz işin sonrası. İzlenimlerimizde, öğrenimimizde, kişiliğimizin oluşmasında, inançlarımızda ve dolayısıyla pratiğimizde görme duyumuza hitab eden fotoğrafın, görüntünün, film ve televizyonun etkisini bir düşünün siz! Bu anlamda düşündüğümüzde fotoğrafın insanlık tarihinde ne kadar önemli bir buluş olduğu ve fotoğrafı, görüntüyü kullanan media araçlarının, neden dünya litaretüründe “4. kuvvet” olarak nitelendiğini anlayabiliyoruz.
Aslında tüm bunlara değinme nedenim 7 yıl önce 11 Eylül 2001’de NewYork’da, İkiz Kuleler’in yerle bir edilmesiyle başlayan ve hâlâ devam eden, başrollerinde ABD, İngiltere ve Al-Qaeda Örgütü’nün bulunduğu, buna Afganistan ve Irak’ın dahil edildiği diğer yardımcı aktörlerin, figuranların bol bol kullanıldığı, içinde bulunduğumuz şu ilginç uluslararası politika dizi filmi… İnsanlık tarihinde uluslarası olayların, politikanın hiç bu kadar bir görüntü bolluğuyla günlük hayatımıza girdiği, yediden yetmişe hepimizi, ilgili ilgisiz tüm dünya insanlarını etkilediği bir örnek daha yok sanırım…
Medyanın, özellikle görsel medyanın uluslararası platformda, siyaset, kültür, sanat ve eğitimde kullanılması tabii ki yeni değil. Bir propaganda aracı olarak fotoğrafın, filmin kullanımı Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’ndan tutun, Vietnam’a hatta birinci Körfez Savaşı’na kadar, kamuoyu oluşturmanın, manipüle etmenin en bildik yöntemlerinden. Yazılı basından, savaş fotoğraflarının sergilerine, Hollywood filmlerine kadar bir dolu veri var elimizde. Ancak, 9/11’le başlayan süreç bunun doruğa çıktığı, en yaygın ve etkin bir şekilde kitlelere ulaştığı ve üstelik tüm aktörler üzerinde kontrolün pek de sağlanamadığı bir dönem. Yedi yıldır insanlığın hafızası bir pin pon topunu izler gibi bir dolu aktörün televizyonda, basında ve internette yayınladığı görüntü arasında gidip geliyor, hatta bir görüntü bolluğu içersinde boğuluyor….
Duymuşsunuzdur; özellikle ölüme yakın deneyimler yaşayan kimi insan, “Hayatım gözlerimin önünden bir film şeridi gibi akmaya başladı” der. İlginçtir ki, bu film şeridini oluşturan kareler, dünya tarihinde ilk defa 9/11’la başlayan süreçte, hepimizin gözü önünden aynı şekilde, aynı görüntülerle geçiyor. İnsanlığın ortak hafızası, hem de görsel anlamda habire büyüyor… Konu, medya, sosyoloji ve siyaset bilimi açısından çok daha derinlemesine incelenebilir elbette, ama ben tembellik edip -tam da konumuza uygun bir şekilde- görüntüler üzerinden hafızalarınızı tazelemek istiyorum.
Herşey, 11 Eylül 2001 günü sabahın erken saatlerinde başladı. Dünyanın dört bucağında, pek çok insan işini gücünü bırakıp televizyon ekranlarına dikti gözlerini. NewYork’un göbeğinde, Dünya Ticaret Merkezi’ni barındıran dev gökdelenlere (Twin Towers) iki uçak, içindeki yolcularla birlikte çarparak veya (çarptırılarak diyelim) yıkım ve yangına, ardından bir kaç saat içersinde binaların tamamiyle çökmesine yol açtı. Bizim gibi ikinci, üçüncü Dünya ülkelerinden insanlara felaketler, bombalar, savaş manzaraları çok yabancı olmasa da, Amerika’da meydana gelmesi ve Hollywood filmlerini aratmayacak kadar gerçeküstü olması dolayısıyla, hepimiz için ilk küresel tecrübeydi bu görüntü. Tabii bunu bir dolu olaylar zinciri takip edecek, “War on Terror” ilan edilecek, önce Afganistan daha sonraki süreçte Irak işgal edilecekti.
Teröristlere ve onlara yataklık yapan “kötülere” dair hafızamıza kazınan en bariz görüntü el ve ayakları zincire vurulmuş, iki büklüm veya sedyede taşınan, gözleri bağlı, garip turuncu tulumlar içersinde birer uzaylıyı andıran Taliban ve Al-Qaeda hükümlüleri. Küba’daki Guantanama Bay Kampı, savaş tutsaklarına dair tüm uluslararası hukuk ilkelerinin çiğnendiği, adil yargı yollarının kapalı olduğu bir garip kara nokta hafızamızda. Halen, 460 tutuklunun bulunduğu Guantanama Bay kampı, Amerika’nın adaletine dair ilk izlenimleri edindirecekti bize.
Kitle imha silahlarının varlığına dair kanıt ve işgal gerekçelerinin fabrikasyonuyla geçen dönemin ardından, 20 Mart -1 Mayıs 2003 tarihleri arasında gerçekleşen ve hâlâ devam eden Irak işgaline dair en çarpıcı görüntülerden biri, Bağdat’ın Cennet Meydanı’nda yeralan 13 metre yüksekliğindeki dev Saddam heykelinin yıkılma sahnesi. Çoluk çocuk ve birkaç gencin civar binalardan, ofislerden yağmaladıkları ganimetlerin yanı sıra, birer ip, kazma kürekle Saddam heykelinin üzerine tırmanıp, sevinç gösterileri yapması heykeli yere indirip parçalayabilmek için büyük bir azim göstermeleri, ne hissedeceğimizi bilemediğimiz anlardan. Bu arada, yıkma işini Iraklılar yapıyor görünse de, meydanın Amerikalı askerler ve tankların ablukası altında olduğu ekranlarımıza yansımayacaktı.
Irak’lılar rejim değişikliğini yağma ve kaos içinde kutlarken, Amerika tarafı da boş durmayacaktı. 2 Mayıs 2003’de, Amerika savaş ekibinin lideri Bush’un Kaliforniya sahiline konuşlanmış bir savaş gemisinde, Rambo misali, tam tekmil askeri üniforma içinde ve bir savaş helikopterinden inerek yaptığı konuşma unutulamayacak anlardan. Irak sularındaymış izlenimi verilen bu sahnenin en can alıcı noktası Bush’un konuşması sırasında gözümüze takılıp duran, geminin köprüsüne asılı, devasa bir pankart: ‘Mission accomplished’ yani ‘Görev tamamlanmıştır’…Gemiye o pankartı kimin astığı konusunda daha sonra Beyaz Saray ve Donanma arasında ihtilaf çıkacak ve suç, sonunda Bush Hükümeti’nin üstünde kalacaktı.
Görevin hemen tamamlanacağından emin Amerikalı yönetim, eski iş ortaklarından “diktator” Saddam’ı ve yakın çevresini imha işine hemen girişip, Irak halkının beklenmeyen direnişine gözdağı vermek için, en insanlık dışı görüntüleri kullanmaktan geri durmayacaktı. Saddam’ın oğulları Uday ve Kusay, Musul’da bir evde Amerikalılarla girdikleri çatışma sonucu ölü ele geçirilince ve Amerikalılar, bunların Saddam’ın oğulları olduğundan “herkesin” emin olması için, cesetlerin delik deşik olmuş, morarmış ve şişmiş kanlı yüzlerini gösteren fotoğrafları, dünya medyasının kullanımına sunacaktı.
Bu arada Al-Qaeda’ya bağlı (veya öyle olduğu iddia edilen) gruplar tarafından 15/20 Kasım tarihleri arasında İstabul’da, HSBC binası, İngiliz Konsolosluğu ve 2 Sinagog olmak üzere beş ayrı bombalama eylemi gerçekleştirilecek, bunu 11 Mart 2004’de Madrid yolcu treninin bombalanması ve ardından 7 Temmuz 2005’de Londra’da tren ve metrolarda patlayan intihar bombaları izleyecek, yüzlerce masum insan hayatını kaybedecekti. Bu olayların televizyona, basına yansıyan görüntüleri ve bu konudaki spekulasyonlar tüm Batı’nın yüreğine korku tohumları ekecek, Avrupa’da İslam fobisi artıp, müslüman azınlıklara karşı ırkçı duygu ve düşünceler körüklenecekti.
İnsan hakları ve demokrasi sözcüsü Amerikalıların da aslında hepimiz gibi, iyileriyle kötüleriyle insan olduğu, hatta ilkeli ve sağlam kurumların, politikacıların eksikliğinde nasıl işi cozutup birer işkenceciye dönüşebileceğini de Abu Ghraib Cezaevi’nden gelen fotoğrafların eşliğinde keşfettik. Tutuklu Iraklılar üzerinde çeşit çeşit deneyler yapıp fantazilerini gerçekleştirme imkanı bulan ve bunları fotoğraflayan kadınlı erkekli ABD askerleri, Amerikalıların psikolojilerine dair ilginç ipuçları edinmemizi sağladı. Kafalarına huni şeklinde şapkaların geçirilmiş olduğu, korkuluğu andıran kıyafetleriyle, kutuların üstüne çıkarılıp, ellerinden, ayaklarından elektrik kabloları geçirilip prizlere bağlanan hükümlülerin görüntüleri kafamıza kazınanlardan bazıları.
Tüm bunlara ilaveten bir de, pekçoğumuzun görmeye cesaret edemediği (umuyorum) ama internette bol miktarda sirkülasyona sokulan, kaçırılan rehinelerin öldürülmesine ve özellikle kafalarının kesilmesine dair videolar var. Genelde İslam kelimesini kullanıp Irak’ta neye ve kime hizmet ettikleri belli olmayan -Amerikalı paralı askerlerin yanı sıra- bu örgütlerin ilkel eylemlerinin görüntüleri, meraklıları için mevcut. Bu örgütlerden pek bir farkının olmadığı kanıtlanan işgalci güçlerin kuklası Irak Hükümeti’nin, Saddam Hüseyin’in infazına dair dünya medyasına dağıttığı fotoğraflar ve ardından güya yasal olmayan ve infazcılardan biri tarafından cep telefonuyla çekildiği söylenen videoyu ise dünya medeniyetine ışık tutan en son görüntü olarak sizlere hatırlatmak istiyorum.
2006’nın son günlerinde Müslüman ülkeler Şeker Bayramı’nı kutlamaya hazırlanırken ve dünyanın geri kalan kesiminde, özellikle Hristiyan aleminde yeni yıl kutlamaları öncesi, Saddam Hüseyin’in asılarak infaz edilmesi acaba içimize su serpip yeni yıla daha huzurlu girmemize mi neden olacaktı? Yanağında bir morluk, boynu muhtemelen ipin etkisiyle kırıldığı için yana dönmüş durumda Saddam’ın ölü yüzü beynimize kazınacaktı. Hepimizin ortak edildiği bu uluslararası linç gösterisinde muhtemelen tek onur ölüye ve ölüme dairdi. Saddam’a infazı sırasında yöneltilen hakaretler ve bağırışmalar, Saddam’ın darağacına yürüyüşü, ipin boynuna nasıl geçirildiği, son nefesini nasıl verdiği, vücudunun bilmem hangi bölümünün nasıl titrediği, ipin ucunda nasıl sallandığına dair tüm ayrıntılar -ben izlemedim, hayal gücümü kullanıyorum- ilgili ve meraklılara İnternet üzerinden sunulacaktı.
Bu en son medya harikası görüntü ile, biz izleyicilerin aktif bir şekilde habercilik alanına katılımı sağlanacak ve hepimizin birer vatandaş gazeteci olabileceği tescil edilecekti. Cep telefonlarımızla, elimizdeki en son teknolojik kamera, fotoğraf makinesi gibi araçlarla her an, her şeyi, her olayı kayıt edip dünya medyasının hizmetine sunarak insanlığı aydınlatabileceğimize dair bir örnek teşkil edecekti bu. Copycat (medyanın etkisiyle kopya edilen davranışlar) yüzünden Saddam’ın infazı ertesi, dünyanın çeşitli yerlerinde en az 3’ü çocuk 6 kişi kendilerini asarak öldürecekti. (Google videolarına göre, siteye postalanmış olan Saddam’ın infaz sahnesi, 29 Mart 2007’ye kadar olan süreçte 16 milyon 550 bin kez izlenmiş.)
Aslında bütün bu kafamıza kazınan görüntülerle, (ülkemizde de hergün, devlet kanalları dahil, istisnasız hemen tüm televizyon kanallarında) izlediğimiz bu sorumsuz ve zevksiz habercilik anlayışıyla tek bir şey kanıtlanmakta. Teknolojik gelişmelere, kullanılan aletlere rağmen, bazı bilimkurgu filmlerini haklı çıkarırcasına, büyük kalabalıkları giyotin meydanlarına, linç alanlarına çeken ilkel duygularımızda, içgüdülerimizde bir gelişme olmadığı ve medyanın yaşadığımız bu dönemde sahneleme görevini üstlenerek iktidarların suçlarına bizleri ortak ettiği … Ancak görüntülerin sanallığı, bizleri onların gerçekliğinden uzaklaştırıp etkilerini de hafifletiyor. Suça ortak oluyor ama suç sonrası bir sorgulama döneminden geçmiyoruz. Hafızamızın gerilerine atıp başka görüntülere dalıyoruz. Bir şekilde uyuşuyoruz… Susan Sontag’ın bir makalesinde dediği gibi fotoğraf (görüntü) bizi başka insanların gerçeğine bir turist gibi sokarken, aslında yaptığı kendi gerçeğimize, hayatımıza da turistleştirmek… Bu yazıyı, “televizyonlarımızı pencereden fırlatma” teklifiyle bitirmek istiyorum. Acaba yeterince güçlü müyüz? Belki de işin tüm püf noktası bu…
Bu makale, Yeni Harman Dergisi’nin Eylül 2008 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
Copyrights@ Filiz Elasu