“Yanma” ve “Yakma” Üzerine

Evi baca, köyü hoca yakar” (Bir halk tekerlemesi)

İnsanları öldürerek cezalandırmak yeni bir şey değil! İstenmeyeni, uygun olmayanı, karşı çıkanı, farklı olanı,yanlış yapanı…Yok etmek…. Kurşuna dizmek, asmak, zehirlemek, kazığa oturtmak, işkence edip uzuvlarını kesip parçalamak, derilerini yüzmek, çarmıha germek, yüksek yerlerden atmak, herbir uzvu bir ata ya da deveye bağlayıp çekmek, kafalarını vücutlarından ayırmak, boğmak, bombalamak…. kısacası öldürmek… hiç yeni değil!

Tüm bunların içinde yakarak öldürmek özel bir yere sahip gibi görünüyor. İnsanoğlu’nun ateşi keşfiyle başlayan bu özel ilgi, içinde pekçok tezatlığı da barındırıyor. Ateşin nasıl bulunduğunu hepimiz merak etmişizdir. Düşünün, ateşi ilk icat eden atamızın yüzündeki sevinci, şoku, sonra da onun nasıl hayranlığa dönüştüğünü. Ateşle birlikte, sanki güneş yeryüzünde, hem de insan eliyle yeniden yaratılmış gibidir. İnsanın serüveninde bir dönüm noktasıdır bu. Aynı zamanda iki yanı keskin bir bıçakdır da… Çünkü ateşi yakar ısınırız, onu keyifle seyreder, karanlıkta aydınlanırız, üzerinde yemek pişiririz. Ancak, ateş yokedendir de…  Ateş ışıktır, hayattır ama ateşten arta kalan hiçtir, küldür. Bu anlamda ateş herşeyi saflaştırandır, temizleyendir… Öyleki Eski Yunan mitolojisinde Prometheus isimli bir Titan, Tanrı Zeus’dan ateşi çalarak ölümlülere verdiği için ölümle cezalandırılmıştır. Bu tanrısal gücün ölümlü insanların elinde olması tabii ki kızdıracaktır Eski Yunan Tanrı’larını.

Boşuna değildir ilk atalarımızın ışık ve yaşam kaynağı olan güneşe ve ateşe tapması, onlara adaklar, kurbanlar sunması. Bu inancın tarihsel süreç içersinde tek tanrılı dinlerle birlikte Cennet-Cehennem gibi kavramlara dönüştüğünü görürüz. Tabii bunlarla birlikte kurallar, yasalar ve iktidar ilişkileri gelecektir.Ateşe bir yandan dokunmamamız öğretilir, bir yandan da pek çok çocuğun yaptığı gibi, itaatle isyan arasındaki o ince farkı, kibritle ateş yakmayı deneyerek keşfederiz. Ateş bir yandan ödüllendirir, kurallara göre davrananların Cennet’te ışığıdır, bir yandan da Cehennemde kötülerin ve kötülüklerin cezalandırıcısı, yakandır. “Ve de ki: “Hak Rabbinizdendir; artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin. Şüphesiz biz zalimlere bir ateş hazırlamışız, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır. Eğer onlar yardım isterlerse, katı bir sıvı gibi yüzleri kavurup-yakan bir su ile yardım edilirler. Ne kötü bir içkidir o ve ne kötü bir destektir.” (Kuran-ı Kerim, Kehf Suresi, 29)

Yakarak cezalandırmak yeni değil dedik. Bu tanrısal gücü (ateşi) ele geçirmiş insanoğlunun onu dünyada tanrıya öykünerek kullanmasına şaşabilir miyiz? Mesela, Ortaçağda bir ceza metodu olarak ihanet edenler, dini sapma içinde olduğu düşünülenler ve büyücü olarak suçlanan kadınların yakarak öldürülmesi sık uygulanan bir methoddur. 18. yüzyılda, hükümetler tarafından zalimce bulunduğu için popülerliğini yitirmiş olan yakarak öldürmek, daha çok cezalının direğe bağlanarak, etrafına çalı çırpı ve odun yığılarak, ateşe verilmesi ile gerçekleşirdi. Eğer yakılanların sayısı fazlaysa ve bir arada yakılıyorlarsa ölüm genelde karbon monositten zehirlenme ile olurdu. Yakılan kişi tekse, ve ateş küçükse, vücudun yanmasından doğan aşırı ısınma şoka sebep olduğundan, ya da kan kaybından ölüm meydana gelirdi. Eğer yakma işi uzman bir kişi tarafından yapılırsa, suçlunun önce bacakları, sonra baldırı, elleri, gövdesi ve kolları ve nihayet yüzü yanardı.  Kimi yakma eyleminde suçlunun boğazına bir ip geçirilir ve yanarken boğulması sağlanırdı. Bazı kuzey ülkelerinde, İngiltere ve Almanya’da, suçlunun yakıldığı odun istifine barut konur, böylece, ateş baruta ulaştığında oluşan patlama sonucu, kurbanların vücudu parçalanırdı.

Eski Ahit’deki Tamar ve Judah öyküsünden anlaşıldığı üzere Yahudi boylarının liderleri üyelerinin cinsel bir sapkınlık yaptığına inandıklarında yakılarak öldürülmesine karar verebilirdi.  Eski Atinalıların icadı “Alev Boğası” isimli prinçten yapılma çukur bir kabın içine suçlu kişi kilitlenir ve altında ateş yakılarak, ısınan metal sayesinde kızartılıp ölmesi sağlanırdı. Bu aletin eski Yunan ve Romalılar tarafından sık kullanıldığı söyleniyor. Yine Romalıların, ilk Hristiyanları çabucak ateş alıp yanan özel bir tunik giydirerek öldürdükleri biliniyor. Ortaçağ Avrupasında, Engizisyon mahkemelerinin “heretic” denen, Ortodoks inancı sorgulayan ya da tehdit teşkil eden insanları yakarak öldürdüğünü, hepimiz tarih kitaplarından okuyoruz. Katolik inanca göre, kişinin hayatında üç evre vardır; bu dünyadaki hayat, öbür dünya (Cennet / Cehennem) ve bunların arasında ‘purgatory’denen dünya ile öbür dünya arasındaki bir geçiş dönemi. Buna göre, çoğu insan öldükten sonra bu ara evreye girer ve ancak, iyi olduklarını kanıtlayıp çok çalışırlarsa Cennet’e geçiş yaparlardı. Katolik inancına göre sapkınlar, homoseksüeller, Yahudiler, kısaca Katolik olmayan herkes, bir direkte yakıldıkları takdirde bu ara döneme gidemeden, direkman Cehenneme giderlerdi. Yani, yakarak öldürmenin ana sebebi, suçlunun bu geçiş döneminde bir yolunu bulup Cennete gitmesini önlemekti.

Ateşin özellikleri, bazı İslam düşünürlerini de ilk zamanlar epey meşgul etmiş, hatta akıl ve iman arasındaki çelişki, ateş ve yanma metaforlarıyla aşılmaya çalışılmıştır. Ünlü Türk İslam filozofu Gazali kendinden önceki iki büyük Türk düşünürü olan ve Aristo felsefesinin genel ilkelerini benimseyerek Tanrı’nın gücünün doğa yasaları tarafından sınırlandığını savunan, insanüstü güçlere inanmayan Farabi ve İbn-i Sina’yı bakın şöyle eleştiririr “Eğer Nemrut, ateşe atılmış ya da yanmamışsa, bu doğaldır. Çünkü Tanrı ateşe “yakma” buyruğunu vermiştir”. Farabi ise “Ateşin yakma özelliği varsa, Tanrı onu geri alamaz” demektedir.

Anadolu’da ise Bizans İmparatorunun Zerdüşt dinine mensup olanları ateşe taptıkları için özel olarak yaktığı bilinir. Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar zamanında Suni inancı sorgulayan pekçok bilim adamı, düşünür ve tarikat lideri ile onları izleyenlerin baskı ve zülum gördüğü, öldürüldüğü bilinir ancak bu öldürülüş şekli içinde yakarak öldürmek üzerine pek fazla veri yok elimizde. Sadece, varlığın özünün sesten oluştuğuna inanan Hurifilerin, Osmanlı topraklarında yüzyıllar süren kovuşturma ve cezalara tabii tutulmuş olduklarını ve XVI yüzyılda Balkanlarda yakalandıklarını, idam edilerek öldürüldükten sonra cesetlerinin yakıldığını biliyoruz. Anadolu tarihindeki son dönem toplu yakmaların 1910-22 yılları arasında Ermeni, Türk ve Kürt tebası arasında olduğuna dair iddialar son yıllarda Türk ve Dünya medyasında mevcut. Tüm taraflar birbirlerini toplu kıyımla suçlamakta ve bunlar içersinde yöre halklarını camilere doldurup yakmak, yada bir meydanda topluca yakmak, evlerini, hayvanlarını ateşe verip yakmak şeklinde eylemler sıralanmaktadır. Anadolu’da hemen hemen aynı yıllara denk gelen diğer toplu yakma olayları Kurtuluş Savaşı’nın son devresine rastgelmekte ve Büyük Meydan Muharebesiyle Batı Anadolu’dan çekilmek zorunda kalan işgalci Yunan Ordusu tarafından Uşak, Manisa, İzmir, Aydın gibi pekçok şehir ve çevresinde yağmalama, öldürme ve yakma eylemleri yapıldığı bilinmektedir.

“Beni Yak, Kendini Yak, Herşeyi Yak!”

Son yıllarda, ülkemizde ve Dünyada insanların kendilerini yakarak öldürdükleri ya da yakmaya kalkıştıkları vakalarda bir artış gözlemlenmekte. Bunun başlıca nedenleri, bastıran hayat şartlarının insanları ittiği çaresizlik ve tabii ki, kendilerini ifade edebilecekleri sağlam bir platformun eksikliği, yani çözümsüzlük. Neo-liberal politikalar sonucu artan işsizlik, göç, değerlerdeki erozyon, yalnızlık ve yabancılaşma, aile baskısı, geçim derdi, toplumdaki eşitsizlik, eğitimsizlik ve tüketim toplumunun medya yoluyla dayattığı beklentilerle kendini son derece güçsüz hisseden bireyin bir başkaldırısı mı acaba bu? İçinde yaşadığı topluma, sisteme, kaderine, kendini anlamayanlara, insanlığa son bir isyan mı dersiniz?  Medyanın, özellikle televizyonun yönlendirdiği günümüz toplumlarında, “Haber mi istiyorsunuz! Alın işte size haber! Sesimi böyle duyun! Güçsüzlüğümü, çaresizliğimi kendi vücuduma yaptığım bu eziyetle sona erdiriyorum! Hepinize, herşeye isyan ediyorum!” dercesine.  İnternet haber sitelerini ya da gazeteleri şöyle bir tarayın. Ülkemizin dört bir yanında, kendini yakmaya çalışanların, yakanların hiç de az bir sayıda olmadığını göreceksiniz. Tezgahına el konan seyyar satıcılar, sevgilisinden ayrılan gençler, piyasaya olan borcu yüzünden iflas eden esnaflar, dolandırılan göçmenler, işsiz aile babaları….

Tüm bunlara siyasi gerekçelerle kendini yakmak isteyenleri de eklemek lazım. Askerde etnik kimliği yüzünden baskı ve işkence gördüğünü iddia edenler, cezaevlerindeki koşulları protesto edenler, Kürt meselesi dolayısıyla kendini yakarak eylemde bulunanlar… Ülkemizin son yıllarda, büyük medya devleri tarafından kayda değer görülmeyen haberleri yani! İşte size bir örnek: 22 yaşında, Tunceli doğumlu Celal Derviş. Tuncelinin Ovacık, Biçek köyünden. Terör nedeniyle 1994 yılında yıkılıp yakılmış, artık olmayan bir köyden. İstanbul’a ailesinin yanına acemi iznini geçirmeye geliyor. Ailesinin belirttiğine göre ilk 3-4 gün iyi, neşeli, askerliğin normal sıkıntılarından bahsediyor, ama son günlerde değişiyor. Korktuğunu söylüyor, hatta bu yüzden geceleri annesiyle yatıyor. Annesi “Bizi özleyecek o yüzden!” diye yorumluyor. İznini tamamladığı gün otogara gitmesine bir saat kala evlerinin olduğu binada, kömürlüğü gidiyor, benzin döküp kibriti çakıyor. Alevler içersinde 3. katta oturan ailesinin yanına koşuyor. Ailesi ateşi söndürüyor, Celal’i Cerrahpaşaya kaldırıyorlar. Yolda ve hastanede durumu iyi gibi görünüyor, iyileşeceğini düşünüyorlar, sonra Gülhane Tıp Fakültesine sevkediliyor, durumu kötüleşiyor ve 3 gün sonra yaşamını yitiriyor. Ailesinin anlattığına göre Celal kendi isteğiyle, biraz da içinde bulunduğu ortamdan uzaklaşmak için askere gidiyor. Lise yıllarında sol bir örgüte üye olmaktan sabıkası olan Celal’in, askerde bu yüzden baskı görmüş olabileceği ve döndüğünde de arkadaşları tarafından askere gittiği için eleştirildiği söyleniyor.

İşte size Batı’dan, Almanya’dan bir örnek. Bizim halk sözümüze ters düşüp köyünü değil de kendini yakan bir hoca. Almanya’nın Erfurt isimli bir kasabasında, Luther geleneğinden bir rahip, 73 yaşındaki Roland Weiselberg… 2 Kasım 2006’da Erberg Manastırında bütün vücudunu benzinle kapladıktan sonra ateşe vererek intihar ediyor. Aynı gün Protestan Reformunu kutlamaya hazırlanan Almanlar için bir şok bu. Rahip karısına bıraktığı elveda mektubunda kendini yakma sebebinin Avrupa’nın hızla İslamlaştırılmasına karşı bir uyarı olduğunu yazıyor.

Korkak ve Kalleş bir eylem olarak Yakmak

“Ateş aynı zamanda saflaştırır, temizler” demiştik. Bu düşünceyle yola çıkıp düşman gördüklerini “temizlemek” niyetinde olanlar da bol gibi son zamanlarda! Üstelik ateşin fazla iz bırakmamasını çekici bulup kurbanlarını ve kendi kimliklerini kül etmeyi hedefliyorlar. İşte bunlara bir örnek; Almanya’daki aşırı sağcı, ırkçı gruplar.

Almanya’da yabancılara, özellikle Türkiye’li göçmenlere karşı saldırılar 1992-93 yıllarında doruk noktasına ulaştı. Doğu Almanya ile birleşmenin ekonomik ve politik sancılarını çeken Almanya’da az sayıda yabancı hedef haline gelmiş durumda. Mesela, 1992’deki 3 günlük Rostock-Lichtenhagen ayaklanmasında binlerce Alman bir apartmanı kuşattı, içinde yaşayan yabancıları Molotof kokteyli atarak yakmaya çalışan saldırganları alkış tuturak izledi. Binadaki  Viyetnamlılar çatıya tırmanarak hayatta kalmayı başardı. 24 Kasım 1992’de küçük Alman kasabası Moelln’de 51 yaşındaki Bahide Arslan, 10 yaşındaki torunu Yeliz Arslan ve 14 yaşındaki diğer torunu Ayşe Yılmaz aşırı sağ bir grup tarafından çıkarılan yangında hayatını kaybetti. 29 Mayıs 1993’de Solingen kasabasında 4 sağcı genç tarafından çıkarılan yangında 3 Türk çocuk ve 2 kadın hayatını kaybetti. Aynı aileden 14 kişi, kimisi çocuk, ağır yaralandı. Ekim 1995’de yangını çıkaranlar yakalanarak 10-15 yıllık cezalara çarptırıldılar. 1996’daki başka bir yangında Lübeck’de mültecilerin kaldığı bir hostelde çıkarılan yangında 10 kişi öldü, saldırganlar hala bulunamadı. Yine geçtiğimiz kış 3 Şubat 2008’de Ludwigshafen şehrinde 9 Türk, 5’i çocuk çıkan yangında hayatını kaybetti. Olayda kast olup olmadığı hala tartışılıyor.

1980 sonrası Almanyadaki şiddet hareketlerini inceleyen bazı psikologlar bunları politik olmayan nedenlere bağlıyor. Araştırma sonuçlarına göre bu saldırganların %80’i kişisel travma yaşayan, psikolojik sorunlu insanlar. Genelde anne babanın birlikte olmadığı,yada sorunlu aile ortamlarından geliyorlar. Kimisi de eğitimsiz, zeka düzeyi düşük kişiler ve işsizler olarak niteleniyor. Kısacası, uzmanlar Almanya’daki aşırı sağın son yıllardaki terörünü ‘looser’ların, yani bir ipe sap olamamışların başkaldırısı olarak görüyor. Ancak, 11 Eylül’le artan İslam korkusu bu toplumlardaki yabancılara yönelik şiddette daha etkin bir katalizör olma yolunda. 2006’daki bir araştırma sonucuna göre Almanların % 82’si aşırı İslamın yükselişinden çok endişeli, bu oran İngiltere’de % 77, Fransa’da % 76.

Kendi yakın tarihimize dönecek olursak, son yılların en acı yakma olayı 2 Temmuz 1993’de Sivas’ta Madımak Otelinde yakılarak öldürülen 35 aydın ve sanatçımız. 4 günlük Pir Sultan Abdal Kültür Şenliğinin konuğu olarak bulundukları Sivas’ta, bir avuç aşırı dincinin gaza getirmesiyle sayıları 15 bini bulan bir kalabalık tarafından taşlanan, yakılan birbirinden değerli insanlarımız, aşıklarımız, şairlerimiz, yazarlarımız…. Edebiyatçılar derneği tarafından 1994’de yayınlanmış olan referans niteliğinde “Sivas Kitabı: Bir Toplu Öldürümün Öyküsü” hepimizin okuması gereken, belgelerle, tanıklarla herşeyi açıklayan bir kitap. Daha fazla söze gerek yok… Ancak sayıları önce 500’ü bulan bir grubu, yerel basında şenlik öncesi çıkan kışkırtıcı yazılara, dağıtılan “Müslümanlar” imzalı bildirilere, çevre şehir ve kasabalardan gelen sarıklı, garip kıyafetli provokötörlere  (apaçık organize olduklarını gösteren tüm işaretlere) rağmen analiz edip dağıtma yeteneği gösteremeyen devlet idaresine sözümüz! Sekiz saat boyunca kapalı kaldıkları oteldeki insanlara, dışardaki gözü dönmüş kalabalık “Şeriat isteriz”, “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkacağız” diye bağrışıp taş atarken devletimizin güvenlik güçleri, şehir idaresi, ordusu nasıl oluyor da bir çözüm sunamıyordu? Birinci Dünya Savaşının galiplerini toplarına, tanklarına, tüm güçlerine rağmen bir avuç insanla, yüzyılların yorgunluğunu, fakirliğini taşıyan bir halkla yenmeyi başaran ülkemizin yeni kuşak yöneticileri nasıl olup da 1993’te Sivas’ta donup kalıyor ve gözü dönmüş kalabalığı izlemekle yetiniyordu? Telefon üzerine telefon almalarına, olanı biteni en ince ayrıntılarına kadar takip etmelerine rağmen, bir avuç insana yardım edemeyen en ufağından en yüksek mertebedeki idarecilerimize kadar… Bu kadar basiretsiz, bu kadar yeteneksiz ve idari ciddiyet ve kararlılıktan yoksun insanlarla mı yönetiliyordu ülkemiz?

Bu sorulara cevaplar bol, muhtemelen sizlerin kafasında da… Alevi-Sunni çatışmasından, laik-dinci kamplaşmasına kadar bir dolu açıklamalar var… Hatta, Aziz Nesin’i Şeytan Ayetleri kitabını yayınlattığı için, olayın baş sorumlusu görüp, kendisini kalabalığa linç etmeleri için teslim etmediğinden dolayı, yeterince erkek olmamakla suçlayan köşe yazılarına kadar… İşin daha da ilginci böyle bir ilkellik yaşanıp insanlar otellerinde diri diri yakılmaya çalışılırken ülkemizin Cumhurbaşkanı, Sivas Valisini arayıp “Polisi halkın üzerine salma!”diyebiliyor. Yine bunca insan öldükten sonra, anlı şanlı ülkemizin İçişleri Bakanı, sanki büyük bir yük üzerinden kalkmışçasına “Halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmedik” diyebiliyor! Sanki Madımak otelinde yananlar “halk” değilmiş gibi! Üstelik de halkımızın en değerli evlatlarından, halkın türkülerini söyleyen, halkın şiirlerini okuyan, halkın folklörünü oynayan, bu halkın değerlerine, kültürüne ilişkin araştırmalar yapan, onların hikayelerini yazanlar değilmiş gibi!

Ve işin ilginci, bu kalabalık psikolojisini anlayıp da onu altedemeyen idarecilerimize karşın, Sivas olayında birkaç insan sayesinde, halkımızın insanlık değerlerini hala yitirmemiş, gerçek anlamda cesur birkaç insanı sayesinde, ölenlerin sayısı daha da artmıyor. Otelin bir penceresinden arkadaki binaya geçerek yangından kurtulmaya çalışan mağdurları, Büyük Birlik Partisindeki eli sopalı ve “gidin geberin orospular!” diyen diğer üyelerden koruyan ve 31 kişiyi parti binasında saldırganlardan saklayan yaşlı bir partili bey… Aziz Nesin’in korumalarından biri olup sonuna kadar mağdurlara yardım eden ve onların yandaki binaya geçmesini sağlayan Komiser Mehmet…. Aziz Nesin’i ve Lütfü Kaleli’yi linç etmek isteyen Sivas belediyesinin meclis üyelerinden kurtaran polis arabasındaki emniyet görevlisi… Tüm bu insanların, kalabalık psikolojisinden, histerisinden kendilerini soyutlayıp doğruyu yapmaları… İşte bu davranışların alkışlanıp, bu insanların kahramanlıklarının altının çizilmesi gerekiyor! Belki de ülkemizde asıl yatırım yapmamız gereken bu bilinci, bu değerleri taşıyan, birey olma cesaretini gösterebilen, doğru ve dürüst insanlar… Belki de o zaman, geleceğin Sivas olaylarına karşın sahici tedbirleri alabiliriz!..

Copyrights@Filiz Elasu

Bu makale, Yeni Harman Dergisi’nin Ağustos 2008 sayısında yayınlanmıştır.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s