İnsan Gözden Kaybolur, Toprak Kalır!*

Yukarıda gördüğünüz fotoğraftaki gibi  upuzun bir koyun  incecik, bembeyaz kumlarla kaplı plajında  uzanmış,  kıyıyı yalayan dalgaları, denizde yüzen, sörf yapan gençleri, kumdan kaleler yapan çocukları ve onların anne-babalarını, yürüyüşe çıkmış yaşlı çiftleri seyretmekteyim. Açık mavi pürüzsüz gökyüzüyle yarışırcasına sakin bugün deniz. Kumsala paralel uzanan, bir halı misali rahat, bir o kadar temiz çim alan ve onu süsleyen Pohutukawa ağaçlarında en ufak bir kıpırtı yok. Mesai sonrası olmalı ki, plajın ön tarafına park etmeye çalışan araba sayısında, ellerinde boogie board’ları, kayaklarıyla plaja gelenlerde artış var. Çok fazla değil ama… Nasıl olabilir ki? Tüm kentin nüfusu  bir milyon! Kimse kimsenin tepesinde, hatta yanıbaşında bile değil burada!  Herkese yetecek kadar büyük bir plaj! Üstelik, şehirdeki tek plaj da değil! Bu şehrin, bu ülkenin, hemen her köşesi böyle plajlarla dolu, hepsi de istisnasız böyle bakımlı, böyle temiz, böyle güzel ve halka açık… Özelleştirilmiş değil, paralı değil, cafe ve barlarla kaplı değil, bir otele ait değil, bir özel şahsa ait değil, kıyısına masalar atılmış değil… Hepsinde soyunma odaları, tuvaletler, duşlar mevcut. Temiz ve bedava! Heyhat, bu ülkenin hiç bir plajında, tek bir şezlong yok, tek bir şemsiye yok, tek bir kafe-bar, restaurant, ya da bilet kesmeye çalışan belediye görevlisi yok! (Aptal mı bu insanlar?)

Koy, yemyeşil bir huniyi andıran şekliyle şehrin ikonlarından biri olmuş Rangitoto adasına bakıyor. Koyu çevreleyen yüksek yamaçlar, tüm şehirde olduğu gibi denize bakan yerleşim alanları, evlerle kaplı. Yalnız bu evler, tepeleri, yeşili, doğayı yoketmek istercesine, beton yığınlarından, apartmanlardan ya da sitelerden oluşmuyor. Bu evlerin herbiri, ülkenin eşsiz bitki örtüsünü yansıtan palmiyelerin, eğreltiotu ağaçlarının, çamların, adını bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz çeşitteki bitkilerin, süs ağaçlarının, çiçeklerin arasına saklanmış tek katlı veya dubleks ahşap evlerden oluşuyor. Hiç bir ev birbirinin aynı değil, tekrarı değil, birbirinin üstünde değil; her biri özenle yapılmış, bahçeli, garajlı, teraslı, verandalı, bir mimar elinden çıkmış modern dizaynlar. Bu ülkenin, tüm şehirleri, kasabaları, çiftlikleri böyle evlerden oluşuyor! Hiçbiri doğaya hükmetmek, doğayı dışlamak ya da unutmak için inşa edilmemiş; bu ülkenin evleri doğayla içiçe olmak, doğadan zevk almak, onun bir parçası olmak için yapılmış; en kısa zamanda, en çok insanın başını sokabileceği, en kârlı iş alanı oldukları için değil! (Hay allah, aptal mı bu insanlar?)

Denize bir kez daha girip çıkıyorum, artık eve gitme zamanı. Güneş gözlüklerimi, şapkamı takıyorum itinayla, omuz ve kollarımdaki güneş kremine biraz daha takviye yapıyorum. Burada güneş gözlüksüz göremiyorsunuz kimseyi, hatta çocuklar özel olarak yapılmış yarım kollu tişörtlerden, uzun şortlardan oluşan mayolar giyiniyor denize girerken, güneşin zararlı ışınlarından korunabilmek için; güneş kremi ve şapkalar yaz mevsiminin olmazsa olmazlarını oluşturuyor. Kocaman bir ozon deliği var çünkü ülkenin tepesinde! Güneş, onbeş dakika içersinde yakıyor insanı, hatta bizim gibi Akdeniz güneşine alışkın buğday tenlileri dahi! Sanki, güney yarım kürede, okyanusun ortasında, en yakın kara parçasının uçakla 3 saat olduğu, dört milyon nüfuslu bu küçük ada ülkeye bir şeyler söylemek istiyor tanrılar: “İşte size Dünya’nın geri kalanından bir küçük hatırlatma, çok rahatlamayın o Cennet adada!” dercesine…

(Hâlâ tahmin edememiş olanlarınız için söyleyeyim artık: Yeni Zelanda’dayım. Sizler Türkiye’de Kuzey Yarımkürede, kış mevsiminin en çetin günlerini yaşarken, ben Güney Yarımküre’de, Pasifik Okyanusu’nun ortasında, yaz mevsiminin yaşandığı yarı-tropik bir adada, 24-saatlik bir uçak yolculuğu sonucu ulaştığım Yeni Zelanda’dayım. Üstelik de 12 saat ilerinizde…)

Ayağıma bulaşmış kumlardan, çim alandan geçerek kurtuluyorum, sandaletlerimi giymeden, yalınayak yürüyorum caddede. Burada herkes yalınayak zaten, çocuklar, gençler, yetişkinler… Bahçeleri, kapılarının önü, yürüdükleri kaldırım, her taraf çim! Evet yanlış duymadınız, buradaki kaldırımların ortasından dar bir beton şerit geçiyor, bebek arabaları ve diğerleri için, geri kalan çimen. Hem de en kaliteli, en güzelinden! Yalınayak yürünmez mi? Burada herkesin altında bir araba var (“iyi” bir şey olduğundan değil, bir gösterge olduğu için söylüyorum), her evin önünde en az iki tane görüyorsunuz, bazen daha fazla… Garajlar her evin doğal bir uzantısı, bir odası gibi. Insanlar dışardan geliyorlar, garajlarını sokağa bağlayan asfalttan geçip garaj kapılarının otomatik düğmesine basıyorlar, arabalarını garaja parkediyor, sonra garajın içindeki kapıdan evlerine çıkıyorlar. Garajlar, özellikle erkeklerin, övünç kaynağı yerlerden biri gibi. Çeşit çeşit alet, edevat, teçhizat buralarda, çünkü çoğunun elinden boya badana, tamir, bahçe, marangozluk…vs işleri geliyor. (Bu erkeklerin aklından zoru mu var?)

Şehrin her bir köşesinin (Auckland), gördüğüm tüm diğer şehirlerin, kasabaların her birinin, her bir sokağın, mahallenin böyle özenli, bakımlı, zengin olması hayrete düşürüyor beni. Her taraf, bir tatil yöresi gibi. Yüzlerce adadan, yarımadadan, binlerce kilometrelik kıyı şeridinden, göllerden, dağlardan, ormandan oluşan ülkede insan elinin dediği hiç birşeyde, hiç bir yerleşim alanında çirkinlik göremiyorum! Nereye giderseniz gidin, inanılmaz evler, inanılmaz bahçeler, inanılmaz  yeşillikler içersinde, kâh ormana nazır, kâh denize nazır uzanıyor… “Kimler oturuyor bu evlerde, kimler yaşıyor buralarda?” diyorum kendi kendime. “Bu ülkede çalışan var mı yoksa herkes sonsuza kadar sürecek bir tatil yapma halinde mi?” diye soruyorum tanıdıklarıma. Gülüyorlar, eskiden durumun çok daha iyi olduğundan dem vuruyorlar. Tutucu olanlar göçmenleri, solda olanlar ise 80’lerden beri uygulanmakta olan Neo-liberal politikaları suçluyor. Ülkede yaşam standartlarının düştüğünü, yoksulluğun arttığını, gelir düzeyleri arasındaki uçurumun büyüdüğünü ve işsizliğin yüzde 6’ları bulduğunu anlatıyorlar. Benim kimlere ait olduğunu merak ettiğim o inanılmaz evlerin, milyon dolarlara satıldığını, emlak fiyatlarındaki artışın, ekonomide balonlar yarattığını; sıcak paranın ve yabancı yatırımcıların gözdesi olduğunu; bu arada Yeni Zelandalıların bu evleri maaşlarıyla alabilmelerinin gittikçe zorlaştığını söylüyorlar.

Yoksulluğun beyaz Avrupa kökenliler arasında yaygın olduğuna inanmak bana zor bir olasılık olarak görülse de (kişi başına düşen gelir ülkede yaklaşık 30.000 Yeni Zelanda Doları), Polinezya adalarından gelen göçmenler ve ülkenin yerli halkı Maorilerin bir kısmı için hayatın gerçeklerinden olduğunu gözlemlemek mümkün. Dünya’daki gelişmelere bağlı olarak, ülkede yiyecek fiyatlarındaki yükselişin, maaşlar yerinde sayarken bu kırılgan gruplar arasında yoksulluğu daha da arttırdığı açıkça hissediliyor. Dünyanın ilk “sosyal devletlerinden” olan Yeni Zelanda’nın, yine dünyanın “neo-liberal sisteme” ilk geçiş yapanlarından olması ve kamuya ait pek çok ürün ve hizmetin özelleştirilmiş olması aslında açıklıyor pek çok şeyi. Yine de, ülkede kimsenin çöpten yemek topladığını görmüyorsunuz, sokaklarda evsizler ya da dilenciler yok ve hatta istatistiklere göre kimse yoksulluk sınırının altında dahi değil! Aksine, Yeni Zelanda dünya listelerinde, yaşam standartları açısından en yaşanılır ülkelerinin başında geliyor ve üstüne üstlük, istatistiklere göre, ülkede yolsuzluk/rüşvet neredeyse yok! Bizim için, akıl-dışı bir durum değil mi? (Eee ne diye şikayet ediyorlar, aptal mı bu insanlar?)

Cevap basit aslında: bu sistemde, güç dengeleri çoğunluğun lehine olmadıkça, hiç bir şeyin garantisi olmuyor! Size şu örneği vereyim: Ülkenin en büyük şehri Auckland’ın kuzey doğusunda bulunan ve ülkenin her yeri gibi son derece güzel bir koyun ağzına kurulu Orewa ilçesinin göbeğinde, tam kıyıda devasa bir bina var. Bir apartman: gemi şeklinde dizayn edilmiş, son derece modern, hatta şık denebilecek bir bina. Fakat, garip kaçan bir bina… Her taraftan görülen, tüm koya, çevreye damgasını vuran, etrafındaki tepelerin, yeşilliğin, diğer evlerin içinde sırıtan, uzaydan gelmişçesine oraya yabancı bir bina! Oturum alanı olarak kullanıldığı halde, konuştuğum çevre sakinlerinin hepsi binadan nefret ediyor; aynı tür binaları inşa etmeye çalışan yatırımcıları durdurduklarını, hem çevreye uygunsuzluğundan hem de inşasındaki yanlışlıklardan dolayı böyle binalara karşı olduklarını söylüyorlar. Bina yapımında, çevre düzenlemesinde standartların son derece yüksek olduğu gelişmiş bir ülkede, böyle gözönünde, dev bir binanın inşaatında yanlışlıklar yapılmasını aklım almıyor. Biraz araştırma yapıyorum ve 1990’ların liberal politikaları sonucu, son derece sıkı olan belediye denetimlerinin ve bina standartlarının gevşetildiğini (serbest piyasa güçlerinin kaliteyi sağlayacağı inancıyla) ve bunun sonucu binlerce sorunlu bina inşa edildiğini öğreniyorum! Bu olaya “leaky home crisis” deniyor, yani “su sızdıran ev krizi” ve bu inşaatlara izin vermiş belediyeler, bunları yapan şirketler hakkında hala soruşturmalar, mahkemeler devam ediyor. Söylenen göre, zararın vergi mükelleflerine 11 milyar Yeni Zelanda dolarına malolacağı hesaplanmış.

Evet, aptal mı bu insanlar? Okyanus’un ortasında, komşusu olmayan, sınırı-derdi olmayan, stratejik bir konumda bulunmayan, petrolü-altını olmayan, hatta ağır sanayiisi bile olmayan; gelirinin büyük çoğunluğunu tarım, ormancılık, hayvancılık ve turizmden sağlayan; son derece bayındır, zengin, kendi kendine yeterli olabilecek, eğitim düzeyi yüksek, nüfusu küçük, cennet gibi bir ülkede dahi niye ihtiyaç duyar insanlar standartları düşürmeye, yasaları gevşetmeye, eğmeye bükmeye, devleti delmeye-değiştirmeye, çoğunluğa kazık atmaya, onları aptal yerine koymaya…Niye?

(*) Maori Atasözü

Bu makale, Yeni Harman Dergisi’nin Şubat 2011 sayısında yayınlanmıştır. Copyright@Filiz Elasu

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s