Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!


Dedin ki ‘Başka bir ülkeye gideceğim, başka bir denize.
Bundan daha iyi bir şehir bulunur elbet’
….
Yeni bir ülke bulamayacaksın, başka bir deniz bulamayacaksın.
Bu şehir peşini bırakmayacak.
Sen yine aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın,
aynı evlerde saçların ağaracak.
Hep bu şehre varacaksın. Başka bir şey umma;
seni bekleyen bir gemi yok, bir çıkar yol yok
Konstantin Kavafis (1863-1933)

13 Eylül, referandumun ertesi günü. Bir haftalığına hayatımın on beş yılını geçirdiğim İngiltere’ye, üç yıllık bir aradan sonra, yeniden ayak basacağım. Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan kalkmak üzere olan THY’nın Londra uçağındaki koltuğumda, çoğunluğu Türkiyeli, orta sınıf görünümlü yolcularla dolu, endişeli bir şekilde oturuyorum.

Dört yaşındaki oğlum koridorun öbür tarafındaki yan koltukta oturuyor. Yan yana değil, ayrı ayrı koltuk verilmiş bize. Dört yaşındaki bir çocukla annesi, uçakta, ayrı oturtulmuş! Şimdiye kadar hiç başıma gelmemiş bir durum! Şaşkınım, nasıl oldu, kim bu yanlışlığı, nasıl yaptı anlamış değilim ve dört saatlik bir uçak yolculuğu boyunca küçük oğlumun tek başına oturabileceği fikrini kafam almıyor. Anneliğin tüm içgüdülerine aykırı bir durum! Benim yanımda iki tane otuz-kırk yaşlarında şık giyimli erkek oturuyor, belli ki iş arkadaşları, onlara rica ediyorum: “Biz beraberiz” diyorlar; oğlumun oturduğu bölümde,  orta yaşlı bir erkek bir de genç delikanlı var, onlara soruyorum: “Biz de baba-oğuluz” diyor adam. Hepsi de kendi konuşmalarına, sohbetlerine dönüyor, bizi neredeyse görmezlikten geliyorlar. Bozuluyorum, ne düşüneceğimi bilemiyorum. “Eşek kadar adamların yan yana, el ele oturması mı gerek?” diye geçiriyorum içimden. Bu ne duyarsızlık!

Hemen arkamda, otuz kırk yaşlarında türbanlı bir bayanla, bağdem bıyıklı bir erkek var, çift oldukları belli ama onlar da bizim gibi koridorla bölünmüşler. Bizim durumu izliyorlar, erkek bir ara: “Ben size verirdim yerimi ama, görüyorsunuz, ben de eşimle ayrı oturuyorum zaten!” diyor. Dayanamıyorum, oğluma: “Sen burada kıpırdamadan otur, hemen geliyorum” deyip, biraz önce konuşmuş olduğum, kapının ağzında bir şeylerle meşgul hostese yaklaşıyorum. “Ne yaptınız, uygun bir koltuk bulmaya çalışıyorsunuz değil mi?” diye soruyorum. “Tamam efendim, merak etmeyin, yer hostesini aradım, gelip size yardımcı olacak,” diyor. “Yardımcı mı? Oğlumla yan yana oturmamı ayarlamadığınız sürece, bu uçak kalkamaz!’ diyorum. Öfkemin yavaş yavaş kabarmaya başladığını hissediyorum, geri yerime dönüyorum. Gerçekten de yerime oturur oturmaz gençten, güleryüzlü, uzunca bir görevli kapıdan giriyor ve bana doğru yaklaşıyor: “Elimde sadece iki tane boş koltuk var, bakacağız”deyip bir kaç sıra önde oturmakta olan yolculara yaklaşıp eğilerek bir şeyler söylüyor, sonra bana dönüp: “Maalesef, bu yolcular kabul etmiyor!”diyor “Beraberler mi?” diye soruyorum “Hayır, değiller, ikisi de tek ama kabul etmiyorlar!” diyor, yüzünde hayal kırıklığı. Ben afallıyorum: “Kim onlar, ben sorayım mı?” diyorum, yer hostesinin bir şey demesine fırsat vermeden yaklaşıyorum öndeki koltuğa, “Bakın diyorum, birlikte değilsiniz madem, birinizle yer değiştirsek, dört yaşındaki oğlumla farklı koltuklara oturtulmuşuz!”. Otuz yaşlarında, orta boy, sıradan görünümlü bir kadın-bir erkek, ikisinin elinde de birer kitap, sanki yüzlerini kapatmak istercesine büzülmüşler koltuklarına, gözlerimin içine bakmadan konuşuyorlar. Erkek “Ben o sıralarda rahat edemiyorum!” diyor, halbuki sadece üç-dört sıra arkası ve hâlâ uçağın orta kısmı; kadınsa “Ben kalkmak istemiyorum!” deyip kafasını kitabına gömüyor yeniden. Şok içindeyim, söyleyecek söz bulamıyorum!

Yer hostesi, yüzünde olanları tasvip etmez, alaycı bir ifade, diğer hostes arkadaşlarına bakıyor, cinler tepeme çıktı çıkacak: “Tüm uçağı, baştan sona dolanıp teker teker herkese sorayım mı?” diyorum yüksek sesle. “Bunu yapmanıza gerek yok” diyerek ön koltuklara doğru ilerliyor yer hostesi, biraz sonra bir baş işaretiyle “Buraya gelebilirsiniz” diyerek ön taraflardaki bir sıra koltuğu işaret ediyor. El çantamı alıyor, oğlumu hazırlıyorum, bu arada hemen arkamızdaki koltukta oturan bağdem bıyıklı adam “Hayırlı yolculuklar!” diyor bana, ben de ona bakıp yüksek sesle “Ben de size hayırlı yolculuklar diliyorum ama diğerlerine değil!” diyorum. Öfkeliyim, hem de başını önüne eğmiş sus pus oturan herkese, uçağın tüm yolcularına, şehre, belki de tüm ülkeye…Oğlumu elinden tutup öne doğru ilerlemeye başlıyorum, bu arada  tüm uçağın duyabileceği şekilde sesimi yükseltiyorum ve söyleniyorum: “Yazıklar olsun! Ne hale gelmiş ülkemin insanları! Ayıp! Ayıp!”

Pek iç açıcı başlamayan yolculuğun sonunda iniyoruz Londra’ya. Londra aynı görünüyor, aynı binalar, aynı evler, aynı caddeler ve aynı metro sistemi. Bir kaç yıl içersinde, aceleyle, özenilmeden, hiç düşünülmeden bir araya konmuş bir şehir görünümü yok; yüzlerce yıllık zenginliğin, sermaye birikiminin, güneş batmayan bir imparatorluğun başkenti o, kasvetli bir şehir! Hep öyleydi zaten… İklime bağlıyorum. Hava kapalı, hatta soğuk, ceketlerimizi çıkarıp giyiniyoruz ve çıkarmıyoruz tüm hafta boyunca.

Bir kaç gün kalacağımız otel, Londra’nın batısında, şehrin varlıklı semtlerinden birinde  bir butik otel. Odamız geniş, güzel, çalışanlar son derece kibar, yalnız bir sorunumuz var: her akşam eve döndüğümüzde yemek yiyecek yer arıyoruz otelin çevresinde. Doğru düzgün, bütçemize ve bir çocuğa hitap edecek basit yemekleri olan bir yer bulmakta zorlanıyoruz. Hatta bir ara, “Aman, şükür Mc Donald’s var!” diyecek hale geldiğimi fark ediyorum. Neyseki üçüncü gün şehrin doğusundaki arkadaşlarımızda kalacak olmamız içimizi rahatlıyor. O gün, Metro’dan iner inmez yolun sağında solunda, irili ufaklı, Hintli, Bangladeşli, Çinli restaurantları, kafeleri ve bildik yüzleri görünce içim rahatlıyor “Ohh be,” diyorum “Nihayet Londra’dayım! İyi ki bu ülkede göçmenler var!”

Çok fazla zamanımız yok, Londra’nın turistik yerlerini biliyoruz zaten, maksat arkadaşları ziyaret; bir-iki meydana uğruyoruz, bir de çocukların ilgi çekici bulduğu Natural History (Doğa Tarihi) ve Science (Bilim) Müzelerine. Başka bir gözle görüyorum buraları şimdi ve ‘Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek lazım’ diyorum kendi kendime. İki yüz sene önce bilim, teknoloji, evrim üzerine müze inşa etmek bir yana, çeşitli doğa yasalarını çocuklara sevdirerek öğretebilmek için uygulamalı, interaktif oyunları icat eden kafalara hayran oluyorum. Üstelik hepsi bedava, özelleştirililememiş (tepkileri hatırlıyorum) ve her yaştan çocukla, öğrencilerle tıklım tıklım!

Londra’da olduğumuz günler 83 yaşındaki Papa 16. Benedict’in İngiltere’ye yaptığı dörtlük günlük ziyarete denk geliyor ve gazetelerin baş sayfaları bu konuya ayrılmış durumda. Ziyaretin tarihi önemi büyük, hele ülkenin 5,5 milyonluk Katolik nüfusu için, diğerlerinin ise pek umursadığı söylenemez! Hatta, Muhafazakar ve Liberal partilerin koalisyonundan oluşan hükümetin hangi ödeneği kessek diye kıvranıp durduğu ülkede, Papa’nın ziyaretinin ülke vatandaşlarına 20 milyon sterline malolacak olması Protestan çoğunluğa pek de iç açıcı gelmiyor. Ancak teselli, Papa’nın, Katolik kilisesine bağlı bazı rahiplerin kurbanlarından, yani taciz edilmiş çocuklardan özür dileyecek olması! Bu, bir ilk! Vatikan sırf Amerika’daki taciz’den muzdarip ailelere 5 milyar dolar ödüyor. Bu arada aklıma Kavafis geliyor, Hristiyanlığı, Helenist idealin düşmanı olarak gören Kavafis… Acaba diyorum, Kavafis, Helen medeniyetinin, o elitist kültürün, “oğlancılık” konusundaki tavrını “günah” ilan eden kilisenin şimdi çocuk tacizinden hüküm giydiğini, homoseksüellerle başının fena halde belada olduğunu görse ne düşünürdü?

Bu arada ülkenin sıradan, çalışan insanlarına neler oluyor? Kimse çok mutlu görünmüyor, hele alt ve orta-sınıflar, çalışan kesimler. Özel sektörde  %28 lerdeki işten çıkarılmaların kamu sektöründe dört yıl içersinde %30 lara varması bekleniyor. Özel sektör çalışanları maaş kesintilerini kabullenmeye zorlanırken, kamu sektöründe maaşlar donduruluyor. Buna ilaveten, sosyal devlet yardımlarındaki kesintiler, çeşitli devlet ödeneklerinin kaldırılması ve %20’ye çıkarılan katma değer vergisi derken, İngiliz halkının ekonomik krizi atlatabilmek için kemerlerini sıkması ve en azından 5 yıl boyunca seslerini çıkarmaması bekleniyor. Oldum olası, “fazla sabırlı” bulduğum İngilizler ne yapacak acaba diye soruyorum, işsizlik oranları iyice arttığında, hayat şartları daha da zorlaştığında? “Kaçacaklar herhalde,” diye cevaplıyorum kendimi, “her yıl 200-300 bin İngiliz’in yaptığı gibi Avusturalya, Yeni Zelanda gibi ülkelere kaçacaklardır herhalde…” Bu arada, İngiliz Merkez Bankası Başkan Yardımcısı  Charles Bean halka: “Para harcayın, harcayın, harcayın…” gibisinden, bizim kulağımızın da yabancısı olmayan öğütler veriyor ve tabii ülkenin CEO’ları, en tepedeki müdürleri tüm tepkilere rağmen en yüksek meblalarda maaş paketlerini ya da emeklilik ikramiyelerini almaya devam ediyor.

Kısacası, Batı Cephesinde ben bir gelişme göremiyorum. Yüzyıl önce Kavafis de görememişti ki İskenderiye’de kaldı diye düşünüyorum. Daha liberal, daha özgür şehirlerin özlemini duymuş olsa da (homoseksüelliği açısından) kaderin ağları İskenderiye’de örülmüştü onun için. Hem gitse, ne olacaktı ki? Tıpkı bizimki gibi aynı şehirlerde, aynı sokaklarda, evlerde, aynı insanlarla aynı neo-liberal kapitalist sistemin içersinde dolanıp duracaktı işte…

Copyrights@Filiz Elasu

Bu makale Yeni Harman Dergisi’nin Ekim 2010 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s