Çarşaf ve Türban ‘karşıt’ Mini Etek ve Silikon

Avusturyalı felsefeci Ludwig Wittgenstein “Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı.”diye bitirir Tractatus isimli eserini. Avrupa’nın büyük bir kültürel ve siyasal bunalım yaşadığı 1914-18 yılları arasında yazdığı bu eserle yüzyılımıza kültür ve felsefe alanında damga vuran, görüşleri yaygın etkilerde bulunmuş bir düşünürdür Wittengenstein. Onun ‘üzerine konuşulamayan konusunda’ tam olarak ne kastettiğini belki de akademisyenlere bırakmak en iyisi. Ancak (benim kendi kişisel gelişimimde diyelim) üzerinde konuşanları epey bir okuyup dinledikten sonra konuşmamaya karar vermiş olduğum konulardan biridir “tanrı inancı”. Din olgusunda ise Türkiyeli pek çok genç gibi epey kafa yormuş ve sonunda vardığım kararı mecbur kalmadıkça ve sadece dostlar arasında konuşmak tercihim olmuştur (buna yaşlanma desek?) Şimdi sadede geleceğim. Türkiye ziyaretlerimde sık duyduğum sorulardan biridir “Eee, bizim hakkımızda ne düşünüyorlar İngiltere’de?” Sadece bize değil, tüm bizim gibi ülkelere, toplumlara has bir sorudur bu. Dışarıdan nasıl göründüğümüz, nasıl algılandığımız! Son zamanlarda bu soru “Eee türban konusunda İngilizler ne düşünüyor?” şeklini aldı. Bir de yaşanan her sorunda Batı’ya bakıp “Biz niye öyle değiliz, biz niye onlar gibi olamıyoruz!” yorumu(Türkiye medyasında epey tanık olunan bir durum).

Şimdi başlamış olduğum noktaya döneceğim ve “konuşmamanın” nasıl mümkün olduğuna değineceğim. Çünkü bu, tam da yukardaki sorulara bir cevap teşkil ediyor ve İngiltere’de dinin algılanışı bu bağlamda görülüyor. Önce, benim kişisel konumumda Türkiye gibi bir toplumda doğup büyümenin ve tabii ki kadın olmanın etkin olduğunu itiraf etmek lazım, bir de Avrupa’da yaşıyor olup fazla zorlanmamak (yani, biraz tuzu kuru olmak!) Bu “konuşmama” durumuna insanın kendi konumunu belirlemiş olmasından kaynaklanan bir duruş da diyebiliriz ve erkek egemen toplumun dini kullanarak (veya organize dinlerle içiçe geçmiş olarak) kadın üzerine oluşturduğu baskı rejiminin bir şekilde dışına çıkmış olmak. Kısacası ekonomik bağımsızlık ve geleneksel bağların dışında olmak. Maalesef her kadının (erkeğin de) böyle bir şansı yok. Tabii İran ya da Suudi Arabistan gibi bir ülkede yaşamıyor olmanın şanslılığını da saymak lazım. Bunun için Kurtuluş Savaşına katılan ve Cumhuriyet’i kuran herkese bir borcumuz olduğunu kabul etmek lazım.

İngiltere örneğine bakacak olursak nüfusunun sadece % 1.5’u müslüman bir ülkede İslam’ın herhangi bir tehdit oluşturmayacağı açık. Bu yüzden kimin neye inandığı, nasıl giyindiği pek sorun olmuyor büyük çoğunluk için! Aynı çıkarım diğer dinler, etnik guruplar için de geçerli. Her ne kadar halkın % 70’inin dinle veya kiliseyle bir bağlantısı olmasa da, çoğunluğun kendini Hristiyan olarak nitelendirdiği, tarihsel ve kültürel bağlarının özde bu dinle yoğrulduğu bir toplumdan bahsediyoruz. Ama bu sayı % 10’lara çıksın bakın nasıl değişecektir İngiliz toplumunun ve devletinin tepkisi. Buna en iyi örnek 1936’da yürürlüğe konmuş olan üniforma yasağı. Sadece İngiltere’de değil, Almanya, İsviçre gibi ülkelerde de yürürlükte olan bu yasak Nazi sempatizanlarını hedef alır ve bu grupların bırakın kamu alanlarını, sokakta gösteri yaparken dahi nasıl giyineceğini (daha doğrusu giyinemeyeceğini) belirleyerek üniformayla gösteri yapılmasını yasaklar. Diğer bir örnek 20 Mart 2007’de İngiliz hükümetinin ülkedeki okulların diledikleri takdirde öğrencilerin yüzü tamamiyle kapayan “peçe”giyinmesini engelleyebileceğine dair kararı. Şubat 2007’de 12 yaşında Buckinghamshire okuluna giden bir kız çocuğu yüksek mahkemeye başvurarak yüzünü tamamiyle kapamasına izin vermeyen okulunu, Avrupa İnsan Hakları Antlaşmasının “düşünce ve dini özgürlük” ilkelerine aykırı davrandığı gerekçesiyle dava etmişti. Öğretmenler ise öğrencilerinin en azından gözlerinin görülmesinin, onların kimliklerinin saptanması ve okul disiplini açısından gerekli olduğunu savunmuş ve yüzü tamamiyle kapatan peçenin giyilmesine karşı çıkmıştı.

Bakın The Guardian gazetecilerinden Madelain Bunting nasıl özetliyor İngiliz halkının dini konulardaki yaklaşımını “İngiltere’de laikliğin en büyük gücü kamusal yaşamı tarif eden karakterinden kaynaklanır. 20. yüzyılın ikinci yarısında inancın herhangi bir hobi gibi görülmesi ağırlık kazandı -boş zamanın nasıl değerlendirileceğine dair kişisel bir seçim- ilgilenenlerin kendi aralarında konuşabileceği ama başkalarını sıkmaması gereken özel bir konu. (Mesela), New Statesman (dergisinden) Andrew Marr geleneksel Britanya laikliğini tarif ederken, göçmenler konusunda şöyle bir sonuca vardı: “Asıl mükafat onları (göçmenleri) bu konuda sakinleşmeye inandırabilmektir.” Kısacası, İngiltere’de dini bütünlerin sessiz olmaları beklenir ve eğer göçmenseniz bu size de bir şekilde öğretilir hatta buna can-ı gönülden inanmanız sağlanır.

Madelain Bunting’in 25 Şubat tarihli bu makalesine gösterilen tepki meselenin artık o kadar kolay olmadığının kanıtı. Liberal tondaki metinde Madelain Bunting, AKP hükümetinin Türkiye’de türbanı üniversitelerde serbest bırakmasına değinirken, İngiltere ve Avrupa ülkelerinde son yıllarda yaşanan laiklik konusundaki tartışmaları ve bu konudaki “krizi” konu alıyor. “Artık sadece müslümanlar değil ama Avangeliklerden tutun Afrikalı Pentecostalistler, Sikhler ve hatta Canterbury Başrahibi dahi bu özelleştirmeyi kabullenmek istemiyor” diyor ve devam ediyor ‘”İngiltere’de İngiliz kilisesine ait okullara devlet yardımı Katolik ve Yahudilere de aynı hakkı kullanma imkanı vermişken, bundan yararlanmak isteyen müslümanlara dair tartışmanın sonucu sadece İngilizleri değil tüm Avrupalıları dehşete düşürmekte. Bir yanda Türkiye ve Fransa’nın türbana karşı yasakları, kişisel özgürlükleri sınırlama olarak görülüp eleştirilirken diğer yanda İslami eğitim ve camilerin nasıl düzenleneceği konusundaki düzenlemeler aslında İngiliz otoriteler tarafından gıptayla izleniyor.” ve makalesini şöyle bitiriyor “Laiklik dinsel kimliği içinde barındırabilir, tıpkı Türkiye’nin Atatürk’ün otoriter laikliğini dönüştürerek kanıtladığı gibi. Batı Avrupa’da ilerde bekleyip göreceğimiz mesele laikliğin ırkçı sağ tarafından kullanılarak, kızgın bir çığırtkanlığa mı dönüşeceği yoksa kendi yolunu bulup içindeki gelenekleri bir şekilde dönüştürerek yeni kimliklere adapte mi olacağı!”

Hem laik hem de karşıt kesimlerden epey tepki alan bu makale aslında Avrupa ve Batı ülkeleri içersinde dinle devlet işleri arasında tarihsel olarak çözümlenmiş olduğu düşünülen ilişkinin pek de rayına oturmamış ve hatta potansiyel olarak yeni ikilemler yaratabilecek bir olgu olduğunun göstergesi. Bunda tabii ki 11 Eylül sonrası İslam ve Müslüman kadının nasıl algılandığı veya başka bir deyişle başörtülü kadının pekçokları için neyi temsil ettiğinin etkisi var. Kadınların saçıyla ilgili takıntı bütün tek tanrılı dinlerde yer alırken İslam, Hristiyanlık ve Yahudilikle aynı kefeye konmuyor. Mesela İsa’nın havarilerinden St Paul, Efes’ten eski Yunanlı Corinth’lilere yazdığı mektupta kadınlara saçlarını kapamalarını ya da tamamiyle traş etmelerini buyurur. Erkeklerse aksine saçlarını kapamamalıdır, çünkü onlar tanrının imajını ve yüceliğini temsil eder, kadınlarsa erkeğin! Yine evli Ortodox Yahudi kadının aynı şeyi yapması saçlarını göstermemesi beklenir. Onlar da Londra’nın bazı Ortodox Yahudi mahallelerinde gözlemleyebileceğiniz gibi, bunu kara çarşaflarla ya da türbanla değil ama kafalarını traş edip peruk giyerek yaparlar.

Çoğu İngiliz’e göre Hristiyanlık ve Yahudiliğin geriliği 700 yıl önce geçerliydi. Ancak reformlar ve tarihsel süreç bunu değiştirdi ve bu dinlerin inanmayanlara karşı kullandığı vahşet ortadan kalktı. Ancak, İslam, onlara göre bu değişimi yaşamış değil ve başörtüsü kadının kendini yaşadığı toplumdan ayırarak “ben sizin değerlerinizi paylaşmıyorum” demesinin bir simgesi. Yani başörtülü Müslüman kadını gören Batılının kafasında beliren “bu kadın şöyle ya da böyle, isteyerek ya da istemeyerek bizim değerlerimizi, kültürümüzü kabul etmiyor” düşüncesi. Şimdi, pekçok İngiliz için bu büyük bir sorun değil, çünkü bu kadınlar toplumda zaten fazla sayıda değil, olanlar da bazı bölgelerde, mahallelerde toplanmış durumda ve kendi toplumlarında, kendi ilişki ağları içersinde varlıklarını sürdürüyorlar. Kısacası, bu kadınlarla etkileşim veya birlikte yaşama olasılığı zaten yok. Ne zaman ki bu kadınlar toplumdan farklı konumlar, daha çok entegrasyon talep etseler bakın etki-tepki olayı nasıl değişecektir. Buna en iyi örnek Almanya’dan (2003 yılında Almanya’nın en yüksek mahkemesinin Müslüman bir öğretmene sınıfta başörtüsü giyinme hakkı tanıması ve bu konudaki tartışmalar). Afgan kökenli Fereshta Ludin 1998’de Baden-Wuerttenberg eyaletinde okulda başörtülü çalışmakta ısrar edince iş başvurusu reddedilmişti. Bunu tersine çeviren Yüksek mahkeme, başörtüsü giyinme hakkını şimdilik tanıdığını ancak ilerde diğer Alman eyaletlerinin kendi yasalarını çıkararak, kendi kararlarını alabileceğini belirtmişti. Bu Müslüman öğretmen, en son bilgilere göre şu an öğretmen olarak çalışmakta ama çoğunluğun Alman değil, Türk ve Müslüman olduğu bir okulda!

Bu, Batılı laik söylemin o kadar da demokratik olmadığının ve kadın vücudu üzerinde İslam’dan pek farkı olmayan baskı mekanizmaları oluşturmaktan çekinmediğinin göstergesi. Başka bir deyişle günümüz medya dünyasında alın “çarşaf ve türban’ı, yerine ‘mini etek, silikonla şişirilmiş göğüsler, yüzler” koyun. Bu anlamda kapitalizmle özdeşleşmiş laik söylemin, kadının özgürleşmesi açısından bir takım kazanımlara rağmen çok ileri bir aşamayı katetmiş olduğu söylenemez. Bunda etkin nedenlerden birinin laik söylemde “gelişimin” kaçınılmaz olduğu düşüncesi ve pek çok durumda öyle olmadığı. Bilim alanında elde edilen çoğu başarı, maalesef ahlaki ve politik alanda yakalanmış değil (dünyadaki kargaşaya, sorunlara bakın, örnek vermek sanırım gerekmiyor). Bilgimiz ve “konuşma isteğimiz” epey artmış durumda ama “insanoğlu” hâlâ aynı yerde sayıyor…

Bugün pekçok Batılı liberal atheist (düşünür, yazar, politikacı) dinle devlet işlerinin ayrıldığı bir rejim istiyor (bakın son dönem yayınlanan kitapların çoğuna). Fakat Amerika’nın laik anayasasına bir göz atın, laik bir politika yaratmış olduğu söylenebilir mi? Ama devletin desteklediği bir kilisesi olan İngiltere’de bu aşırı dinci grupların çok daha az etkili olduğu kesin. Bunu, çalışma sisteminde genelde laiklik ilkesinin esas alındığı İngiliz devletinde, Tony Blair’in başbakanlığı sırasında dini konularda konuşmaktan kaçınmasında dahi görebiliriz. Öyle ki karısı ve çocukları Katolik olup her pazar kiliseye gittiği halde kendisi tüm bu süre boyunca onlara kilisede katılmamış, Katolik olarak yeniden vaftiz edilmesini başbakanlıktan ayrıldığı döneme bırakmıştır (günahları boyunu aştığından mı acaba?). Bugün yine toplumsal yaşam açısından en laik ve ilerici olduğu düşünülen pekçok İskandinav ülkesinde aslında kilise ve devlet arasındaki bağlar anayasalarında yazılıdır (Norveç, İzlanda, Finlandiya). Belki de tüm bunların ardında “yöntemden” çok “tarihin” önemi var! Ve belki de Türkiye’de yapmamız gereken kendi tarihimize (80 yıllık Cumhuriyet tarihine değil, daha uzun bir sürece) bakıp kendimizi, nereden gelip nereye gitmek istediğimizi ve bunun ne kadar gerçekçi olduğunu yeniden bir değerlendirmeye almamız. Belki de öğrenmemiz gereken değerler ve dersler sadece Batı’da değil ama kendi kültürümüzde, kendi geçmişimizde saklı…

Bu yazı Yeni Harman Dergisi’nin Nisan 2008 sayısında yayınlanmıştır.                  Copyrights@Filiz Elasu

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s