Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Davos çıkışıyla gündeme oturan, sağ-sol, İslami tüm cephelerde tartışmaya açılan bir terim var: “Yeni Osmanlıcılık”. Bazı gazetelerde “Ortadoğuyu Yeni Osmanlı Kurtarır” gibi başlıklar atılıyor, Hamas hükümetinin danışmanı Ahmet Yusuf “Osmanlı’nın dirilişi belki de Ortadoğudaki tüm sorunları çözer” diye demeçler veriyor, kimi sol partiler “Yeni Osmanlıcılığa Hayır” mitingleri düzenliyor ve yabancı basında özellikle Amerikan hükümetinin dış politikalarının şekillenmesinde büyük rol oynayan bazı stratejik araştırma enstitülerinde bu başlıkla raporlar, makaleler yayınlanıyor.
İnsanın aklına hemen gelen soru “Ne oluyoruz? Yoksa Osmanlı Hanedanı geri mi dönüyor?” Osmanoğullarının torunlarının bu konuda ne düşündüğünü bilemeyeceğiz ama Türkiye Cumhuriyeti’nin bazı vatandaşlarında böyle bir özlem olduğu belli. Mesela Gazze’de Erdoğan’ın Davos olayından sonra düzenlenen mitingde İnsani Yardım Vakfı Başkanı Bülent Yıldırım “….Abdülhamidlerden Selahaddinlere selam getirdim. Türkiye’de 70 milyon Abdülhamid var” diyor ve hatta Filistinli, Arap bazı kişiler de “Osmanlı’nın geri gelmesi, Erdoğan’ın da halife olması” gibi özlemleri dile getiriyor. Adnan Oktar, “Ortadoğu’da Osmanlı’nın hayali dolaşıyor…Millet sistemine geri dönelim!” şeklinde yazılar yazıyor.
Gazze’de yaşananlar ertesinde, Başbakan Erdoğan’ın Davos çıkışıyla doruğa ulaşan duyguların bu şekilde ifade edilmesi, bizlere en olumlu haliyle hoş, daha çok ciddiye alınamayacak sözler gibi görünüyor… Neden mi? Çoğumuz, özellikle de laik olduğunu düşünen kesimler için tarih, daha doğrusu dini kimliğimizi şekillendiren milli tarih Türkiye Cumhuriyetiyle sınırlı. Halbuki kimi İslami kesim bu tarihi daha geriye, Osmanlı’ya, özellikle de Abdülhamid dönemine bağlıyor. Avrupalı ulus-devleti model olarak almış Türkiye Cumhuriyeti için İslam, her ne kadar nüfus cüzdanlarımızın din hanesinde bize sorulmadan yazılı olsa da, kültürümüzün bir parçası olarak algılanırken, ülkemizdeki bazı kesimler için, kimliklerinde, kültürel olmaktan çok daha önemli, öncül bir anlam taşıyor. İşte bundan dolayıdır ki “Yeni Osmanlıcı” söylemin, ana tezlerinden biri “Cumhuriyet ideolojisinin imparatorluk kültürü ile yoğrulmuş bu topraklara yabancı olduğu” üzerine. (Zaman, Mümtaz’er Türköne, ‘Stratejik Derinlik’ Ahmet Davutoğlu)
Ülkemizde Osmanlı imajının uzun yıllar çok olumsuz olduğu ve Cumhuriyet rejiminin Osmanlılığı saltanatı ve hilafeti temsil ettiği için siyasi rakip görerek reddettiğini kaydetmemiz gerek. Sonuçta Türkiye’deki tüm kuşaklar, tarih eğitimlerinden bu çıkarımı yapabilir. Üstelik, altı okunun içinde halkçılık olmasına ve çoğulcu demokrasiye geçmek için bazı çabalara rağmen, tek adam ve ikinci adam dönemlerinin de halkı yönetime katmayı becerdiğini söyleyemeyiz. Artı, 1950’lerden sonraki tüm demokrasi çabalarının 10 yılda bir gelen askeri cunta ve muhtıralarla kesintiye uğratıldığı ve dolayısıyla Cumhuriyet ideolojisinin bu topraklardaki tecrübesinin belirli bir elit tarafından yönlendirildiği ve bunun çok parlak sonuçlar doğurmadığı da aşikar. Ancak günün şartları ve koşulları düşünüldüğünde, “Avrupa’nın hasta adamı” Osmanlı İmparatorluğu’ndan Batı’nın sömürgeci devletlerine karşın, bu toprakların insanlarıyla milli bir mücadele vererek, bir ulus-devlet yaratmayı başarmış elitlerinin bu topraklara yabancı olduğunu söyleyemek ne kadar doğru, bunun tartışılması gerekiyor.
Birincisi, Cumhuriyet kadroları gökten zemberekle inmiş uzaylılar değil! Aksine Cumhuriyetin temelinde yatan “milli” şuur ve kimliğin Osmanlı zamanında hazırlanmaya başlandığını biliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran yönetici kadrolar, Osmanlı olarak doğan, eğitimini Osmanlı okullarında alan ve ilk siyasi kimliklerini Osmanlı olarak tanımlayan kimseler. Resmi dilin, halkın diline yaklaşması, dil ve edebiyattaki Türkleşme, siyasi alanlardaki (kurumlar, okul tedrisatları, resmi tarih yorumları) Türkleşme, özellikle 1860’lardan sonra, Tanzimat döneminde başlayan bir süreç.
İkincisi Cumhuriyet rejimi ne kadar halka uzaksa Osmanlı’da bir o kadar yabancıdır Anadoluya. En basitinden Halk edebiyatı/ Divan edebiyatı, Folk müzik/ Saray Müziği ve din bağlamında Tasavvuf / Bektaşi geleneği bunlara ışık tutabilecek kültürel farklılıkları simgeler. Zaten, dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi halklarla yönetici sınıflar arasındaki yabancılık, sadece bize özel değildir: Batılı ülkelerin aristokratları halklarına ne kadar yakındır?
Osmanlı Devleti, Türk aşiretleri tarafından kurulmuş olup en azından konuşma dili Türkçe olmuş olsa da, kendini Türk olarak tanımlamaya, daha önce dediğimiz gibi ancak 19. yüzyılın sonlarında başlamıştır. Türkler ise hakim grup olmanın avantajlarından hiçbir zaman yararlanmamış, siyasi üstünlük edinmemiş aksine hem Osmanlı’nın ilk dönemlerinde akınlarda kullanılmış hem de 16. yüzyıldan sonra ordunun büyük bir kısmını oluşturarak yıkılma dönemindeki savaşlarda en çok telef olan millet olmuştur. Bunun dışında genelde tarım ve hayvancılıkla uğraşmışlar, ülkenin zanaat ve ticaretiyle uğraşanlar, yapı ustalarından, mimarlara, dişçilere kadar çoğu meslek Hristiyan ve Yahudi tebaaya ait olmuş, dolayısıyla ülkenin daha refah, kalifiye orta sınıflarını da onlar oluşturmuştur. Özetle denebilir ki, Osmanlı’yı devralacak hiçbir rejimin ya da ideolojinin o günün şartlarında ve insan sermayesiyle, en azından ilk kuruluş döneminde “elit” olmaktan başka şansı zaten yoktur.
İşte geliyoruz buradaki önemli noktaya ve neden İslami kesim tarafından Abdülhamid’in bu kadar yüceltildiğine. İlber Ortaylı tarafından “son evrensel padişah” olarak nitelendirilen 2. Abdülhamid, son dönem araştırma ve tartışmaların gözdesi. Bizim kuşakların lise tarih kitaplarında daha çok kurduğu ajanlık ve hafiyelik örgütleriyle tanıdığı, resmi tarihte epey kötülenip karikatürize edilmiş olan Abdülhamid’in hiç de boş bir sultan olmadığı kesin ve bugün onun döneminden kalma pek çok kurum ve pratik hayatımızı yönlendirmeye devam ediyor. Bunlardan en önemlisi, çok kültürlü Osmanlı’nın sonuna damga vurarak bugünkü milli devlete yol açmış olan 1876 İslahat Fermanı.
Bildiğiniz gibi Osmanlı’da millet derken anlaşılan dinsel cemaatler topluluğudur. Her cemaat kendi din ve özel hukukunda özerktir ve toplum, müslüman ve gayri müslim olarak ikiye ayrılmıştır. 1876 Anayasasıyla bu eşitlik bozulmuş ve halkın çoğunluğu Müslüman olduğu için İslam devletin dini olmuş ve diğer dinler ikinci plana atılmıştır. Bu ayrılığın sonucu her iki halk birbirinden ayrılarak dini, milli kimliklerinin temeli yaparak siyasileşmişlerdir. (Bkz. Prof Kemal Harpat) Bunun sonuçlarını biliyoruz. Neticede, Osmanlılar tebaaları üzerindeki etkilerini kaybetmiş ve vatandaşlarını koruma hakkını başka ülkelere, Avrupalı güçlere kaptırmışlardır. Kapitülasyonlarla birlikte Ruslar Ortodoxların, Fransızlar Roman Katoliklerin, İngilizler de Yahudi ve diğer grupların garöntörü olmuş, İngiliz, Amerikan ve Ruslar Ermenilerin garantörlüğü için amansız bir yarışa girmiştir.
Kendisini önce Müslüman sonra Türk olarak niteleyen Abdülhamid’in vizyon sahibi bir Padişah olduğu bakın Prof. Dr. Kemal Harpat’ın belirttiği şu anektodla nasıl iyi anlaşılıyor: “1890larda Sultan Abdülhamid’i ziyaret eden birkaç Avrupalı, Osmanlı devletinin İslam kimliği etrafında homojenleştiğini ve bunun, yani din kimliğinin öne çıkmasının modernleşmeyi engelleyeceğini öne sürmüşlerdir. Abdülhamid ise cevap olarak Fransa’nın büyük bir din aleyhtarı ihtilal geçirdiğini sonra modernleştiğini fakat halkının halen Katolik olarak yaşadığını ve Katolik kimliğini ve kültürünü ülkenin milli kültürü haline getirdiğini söylemiştir” Bugünün Türkiyesi’nde tam da bu vizyonun gerçekleştiğini ve Türkiye’nin hızla hem Müslümanlaştığı hem de milliyetçiliğin arttığını söyleyenler mevcuttur.
Kısacası, son yıllarda çok konuşulan Türk-İslam sentezi yeni bir teori olmayıp Osmanlı’da özellikle Abdülhamid’le kendini ifade olanağı bulmuş bir akımdır. Hatta o kadar etkindir ki Abdülhamid’i tahtan indiren İttihat ve Terakki kadrolarında dahi güçlü yandaşlar bulmuş, fikir ayrılıkları ve bölünmelere yol açmıştır. Buradan hareketle, Türkiye Cumhuriyetini kurmuş olan kadrolar içersinde görüş ayrılıklarının ve ideolojik farklılıkların olması ve bunların Milli Mücadele sonrası ayrışmış olması pek de şaşırılacak bir şey değildir. Galip ideolojinin merkezinde Mustafa Kemal’in olmasının bu ülkede pek çok insan tarafından büyük bir şans olarak görüldüğü son yıllardaki politik gelişmelerle açıkça ortada. Realiteyi kabullenerek toplumdaki ayrışmayı derinleştirmemek ise ancak politik olgunluğun göstergesi olabilir.
Şimdi gelelim asıl meseleye ve bu Türk-İslam sentezinin, dış politikada “Yeni Osmanlıcılık” olarak adlandırılan biçiminin, özellikle Amerikan medyasında neden bu kadar yandaş topladığına. Hemen akla gelen ilk neden tabii ki tüm dünyada Afganistan ve Irak’ın işgaliyle yükselen Amerikan ve Batı karşıtlığını Türkiye modelini kullanarak biraz olsun sindirebilmek ve eski Osmanlı coğrafyasının küresel ekonomiye eklemlenmesini kolaylaştırmak. Ortadoğu halklarının çağresizliği, Erdoğan’ın Davos çıkışına her ne kadar prim vermişse de, uzun vadede ABD’nin Afganistan ve Irak işgaline ciddi anlamda ses çıkarmayıp yeşil ışık yakan, İsrail pilotlarının Konya’da eğitilmesine, İncirlik üssünün ABD ordusu tarafından kullanılmasına izin veren, ABD’nin Irak’taki kukla devletinin yöneticileriyle kol kola pozlar veren AKP yönetiminin samimiyeti bu coğrafya insanları tarafından sorgulanacaktır.
Yine, kendi ülkesinde Neo-liberal politikaları hiç istisnasız hayata geçiren, eğitimden sağlığa, ülkenin elektriğinden suyuna kadar tüm kamusal varlıklarını, yakında nerdeyse solunan havasını özelleştirecek olan bir yönetimin Osmanlı’yı kullanarak Müslümanlık ve adaletten bahsetmesi de kimseleri kandırabilecek cinsten değildir. Sosyal adaleti tamamen ortadan kaldıran, bunu (zenginlerin zekat vermesi gibi) bağışa indirgeyen, kendi insanını kapitalizmin emrinde birer tüketiciye dönüştüren ve dini siyasallaştırarak kendi halkının tinsel ihtiyaçlarına cevapsız bırakan bir iktidarın İslam’ın hangi versiyonuna uyduğu bir muammadır.
Türkiye’nin tarihsel ve kültürel bağlarının olduğu, Kafkaslardan, Balkanlar’a, Ortadoğu’dan, Kuzey Afrika’ya, Orta Asya’ya kadar pek çok halkla ilişkilerinin geliştirilmesi ve güçlendirilmesi elbette olumsuz bir etkinlik değildir. Ancak Türkiye’nin dış politikasında eski Osmanlı coğrafyası üzerinde “daha etkin olması” kime ve neye hizmet edecektir? Uluslararası politikada şimdiye kadar “katı gerçekçi” denen reel politikaların Batılı büyük devletlerin ve Amerikan hegemonyasının pekiştirilmesi anlamına geldiğini ve bu politikaları öngörenlerin Türkiye için yeni bir rol biçtiğini biliyoruz. Bunun tutup tutmayacağını zaman gösterecek. Ancak, global kriz sonrası, önümüzdeki dönemlerde özellikle Rusya’nın aynı coğrafyadaki yükselişini dengeleyecek ve burada Batı için tampon görevi görerek, bu ülkeyle kızışacak pazar ve nüfuz kazanma yarışında etkili bir Türkiye’nin “Yeni Osmanlıcılık” adı altında sunulacağının belirtileri epeydir var. Bu planların Türkiye de dahil olmak üzere tüm bu coğrafya halkları için hayırlı olacağını düşünmekse ancak bir hayal olabilir…
Bu makale Yeni Harman Dergisi’nin Nisan 2009 tarihli sayısında yayınlanmıştır. Copyrights Filiz Elasu