Filiz Elasu, Anadolu Rock’un yaşayan efsanesi Moğollar’dan, Cahit Berkay ve Taner Öngür’le Yeni Harman için görüştü.
1968’de Moğollar olarak tanınmanızın ardından, geçtiğimiz yıl, birlikteliğinizin 40. yılını kutladınız. 17 yıl önce, 1993’de Yeni Harman’ın kardeş dergisi olan Leman’ın çizerlerinden Kaan Ertem’in başlattığı imza kampanyasıyla tekrar bir araya geldiniz ve bunca yıldır “durmadan yürüdünüz”! Bu albümün, “Yürüdük Durmadan”, üzerinden geçen beş yılın sonunda, kimilerinin deyimiyle 2009’un son günleri üzerine “bomba gibi düşerek”, yeni bir albümle “Umut Yolunu Bulur” diyorsunuz? Umut ettiğiniz nedir, nereden geliyor bu isim?
CB: “Umut yolunu bulur” albümde yer alan parçalardan biri, ama ülkemizin ve dünyanın bugün geldiği noktada birçok kesim bir umutsuzluk içinde çabalıyor, yani bir çıkmazın içinde. Siyasi anlamda, ekonomik anlamda, kişisel olarak… Çok geniş bir ölçekte, umutsuzluğun süregeldiği bir dönem yaşıyoruz. Hani, buna çare olacak diye, tabii ki bir iddiamız yok, ama albümün içindeki 12 parçanın hepsinin, kendi içinde söylediği, anlatmaya çalıştığı veya ulaştırmaya çalıştığı bir mesaj var.
Şunu itiraf edelim, biz albümü yapmaya başladığımızda albümün ismi daha belli değildi. Tüm parçalar bir araya gelip de kayıtlar bittikten sonra bir isim aramaya başladık, ama bir samimiyetsizlik kesinlikle yok! Yani, bir baktık herşey, taşlar o kadar güzel yerine oturdu ki, “Bu şarkının ismi albümün ismi işte!” dedik.
Bu albümü yaparken oluşturduğumuz enerji, hepimizin enerjisi: biz Nazım Hikmet’ten enerji aldık, işte Gonca Öncel’den, Funda Tatar’dan sonra Michael girdi enerji olarak, işte İngiltere’den Andy… enerjisi yüksek bir şey oldu. Moğolların bir özelliği vardır, biz hiçbir şekilde ticari anlamda kendimize bir sipariş vermeyiz. Yani, bizim siparişimiz şudur: bize yakışan, doğru, güzel bir şey yapalım, anlamlı olsun, ama herşeyden önce samimi olsun, içten olsun.
TÖ: Albümün oluş süreci, esasında bu sözü doğruladı bir şekilde. Gerçekten öyle oldu. Mesela, kapak fotoğraflarını çekenler Akdeniz üniversitesi fotoğraf bölümünden öğrenciler. Konserimize geldiler, ille bizle resim çekmek istiyorlar, biz de albüm kapağı için fotoğraf arıyoruz…böylece, denk gelen bir olaylar silsilesi neticesinde isim doğrulandı bir şekilde.
İnsanlık tarihine bakınca öyle karanlık dönemler varki oralarda kimsenin, hiç, bir nebze umudu kaldığını sanmıyorum: işte İkinci Dünya Savaşı, Japonya’daki nükleer bomba filan, ama her seferinde bir şekilde hayat devam ediyor, umut yine yeşeriyor, bir şeyler gelişiyor. Sonra, yeniden, yine karanlık bir dönem gibi… ama onun yanında, aynı zamanda da çok güzel gelişmeler de oluyor: işte yenilenebilir enerjilerin yükselmesi, Dünya iklim hareketi…
Popüler müzikte 40 yıllık bir beraberlik… Bırakın Türkiye’yi, Dünya’da dahi çok gruba nasib olmamış bir başarı sanırım “Rolling Stones” hariç! Üstelik hayranların kampanyasıyla, isteğiyle tekrar biraraya gelmek, pek benzeri görülmemiş bir durum olsa gerek! Gruba 93’te katılan Serhat Ersöz ve en son Emrah Karaca ve Utku Ünal var ancak ben, daha eskiler olarak size sormak istiyorum, gerçi Engin Bey burda yok ama, nasıl bir his bu? Bırakın durmadan yürümeyi, “birlikte yürümek” nasıl bir şey?
CB: Herşeyden önce hepimiz profesyoneliz, müzikten hayatımızı kazanabiliyoruz ama, ötesinde biz arkadaşız, yani gerçekten arkadaşız, taa 67nin yazında biraraya geldik. Ben ve Engin. O kadroda Hasan Sel de vardı, daha önce başka grupta Selçuk Alagözle çalışıyorduk, Murat’la Aziz Silüetlerde çalışıyordu, ama her iki taraf da içinde bulunduğu durumdan pek mutlu olmuyordu, yani arayış içindeydi. O arayış bizi bir araya getirdi. Hasan Sel çok kısa bir süre sonra ayrıldı gruptan, Taner katıldı. Yani Taner’i de başlangıç olarak sayabiliriz. Üç aylık bir süredir bu, 40 senenin içinde, bir 3 aylık süre başlangıca oturtur yani Taner’i de.
Biz o zamanlar, tabii hepimiz bekarız, hep beraber bir grup evimiz oldu. O evde beraber yemek yaptık, işte kavga da ettik, çok mutlu neşeli günlerimiz geçti. Biz bunu Fransa’ya taşıdık sonra, Fransa’da uzunca bir zaman gene aynı formatta yaşadık. Taner hep bulaşık yıkadı, yemek yapmasını bilmezdi…(Gülüşmeler) Ben alışverişi yapardım, Engin’in elinden gelirdi, o yemek yapardı, Taner de “ben de birşey yapayım” derdi ardından… (Gülüşmeler)
Şaka bir yana, önce bir dostluk ve yaptığın işten ortak zevk alabilmek, bu çok önemli bizde, çünkü kollektif bir iş yapıyoruz. “Bir grubu yaşatmak” bu, aslında çok sorulan bir soru bize! Bir grubu yaşatmak kurmaktan daha zordur! En önemlisi dünyaya bakış açımız, hep aynı! Hep böyle hümanist, insancıl…Bu, hümanizme biraz soldan bakan bir penceredir. Neticede mayamız bu oldu bizim, tutkalımız bu, dostluğumuz, yaşama bakışımız aynı paralelde. Kimimiz biraz daha koyu, kimimiz biraz daha açık ama aykırılık yok…
TÖ: Biraz da etkilerden, köklerden bahsedelim çünkü biz ilk başladığımız yıllarda işte 60’ların başı. Beat müziği çok önemli…
CB: Rock yoktu o zaman!
TÖ: Animals, Jimy Hendrix’ler falan filan… bu başlangıç noktasıdır. Sadece bizde değil dünyada öyledir. Biz de etkilendik, biz de tesadüfen o kuşağın çocuklarıyız. Ben hala evde, oturup Beatles’ın 60’lardaki ilk parçalarını dinleyip çocukluğuma dönebiliyorum, o yıllardaki ruh halini yeniden yakalayabiliyorum, ama bunun yanında işte Yunus Emre var, Mevlana’sı var bu toprakların, onlar da…
CB: Pir Sultan.
TÖ: Onlar var, George Harrison’un mistik tarafı da var, Frank Zappa’nın gerçekçi satir duygusu da var, Bob Dylan’ın şiiri var. Hepsinin birleştiği, hani İstanbul özellikle bu ülke bir köprüdür ya, hep Doğu’yla Batı arasında… biz, şanslı bir kuşaktan ve şanslı bir şekilde, bir müzik grubu olarak, ilk yıllarda popüler olmanın da getirdiği olanaklarla… kendi anlayışımızda, kafamızda doğal olarak böyle birşey gelişti. Bu da, önemli bir şey, ee sağlık da yerindeyse! Gerçekten, değil 60, 70’e de gelsek devam edecek! Çünkü bu, kolay bulunur bir şey değil! Bu kuşakta pek yok! Bunun bir sorumluluğu var, biz bunu herkesin yaşama şansının olmadığını da biliyoruz!
FE: Gerçi bu, geleneksel müzikte zaten var, yani aşıklarımız, ölene kadar türkü söylüyor işte, ama popüler müzikte pek olmayan bir durum!
TÖ: İnsan, özünde her yerde aynı, o zaman müzikte de bunu anlatma gücü oluşuyor, bu güç de ayakta tutuyor açıkçası! Benim yaşımda bir dolu insan görüyorum, hareket edemiyorlar artık! Sağlık olarak demiyorum, ruhsal olarak da. Ben kendimi şanslı biri olarak görüyorum.
CB:Torun büyütüyorlar, evde çay kahvenin yanında, sobanın üstünde çaydanlık, pijama bitti artık da, eşofman giyiyorlar…
FE: Sizler, hem torun büyütürüm hem müzik yaparım diyorsunuz yani!
CB: Aynen, aynen! (Gülüşmeler)
TÖ: Şöyle söyleyim, 41.yıl, hiç zengin olmadık, burası kesin! Maddi olarak çok büyük paralar yapmadık, ama başka bir anlamda çok zenginleştik, ruhsal olarak…
CB: Çok paramız olsaydı belki o paranın derdine düşerdik! (Gülüşmeler)
FE? Tarihçeniz boyunca yapmış olduğunuz müziğe, çıkardığınız albümlere bakıldığında değişik evreleriniz, müzik arayışlarınız var, mesela progressive folk-rock, psychedelic folk-rock …bunların hepsinde folk müzik ana unsur.
TÖ: Bizim başta söylediğimiz, son yıllarda pek çok insanın yapmak istediği şey haline geldi. Neydi o? Bu coğrafyanın ritimlerini, müziklerini, müzikal ruhunu, duygusunu çağdaş, evrensel müzikal sistemlerle dile getirmek. Onu biz zaten, kendimiz yaşıyorduk! O yüzden oluyordu! Son yıllarda 80’lerin sonunda, Peter Gabriel’in başını çektiği etno-beat filan, jazz’da da bu arayışlar var. Jazz’daki arayışların temelini atan kişilerden biri, çok az bilinir, İsmet Sıralı’dır mesala. Washinton’da Creative Müzik Center’da Karl Derger’le açtığı ilk etnik jazz denemeleri orda başlamıştır, tarihi araştırılırsa. Yine bizim mürşitlerimizden biri İsmet’tir mesela, mürşit kelimesi doğruysa, biz ilk kurulduğumuzda bize bunu anlatmaya çalışan. Yani bu topraklarda öyle bir olanak var, o yüzden ısrar ettik bunda.
CB: Şey de var, mesela, Beatles’da, Peter Gabriel’de, bunlar kendi kültürlerinin dışında bir şeyleri sentezlemeye, onu özümsemeye çalıştı. Halbuki, bizde öyle birşey olmadı, çünkü ben Anadolu deyince, çocukluğumdan bu yaşa kadar türkülerle büyüdüm. Hâlâ ben rock barlara giderim, ama çok sık türkü barlara giderim…ben ondan korkunç tad alıyorum. Yani, beslenme olayı benim DNA’larımda var! Bütün bestelerimde bu zaten gözükür.
TÖ: Yeri geldiğinde bazı kodlar geliyor! Şöyle bir şey: şimdi türkü deyince, bu günkü modernleşme çabasında olan, özellikle İstanbul ve büyük şehirlerde biraz horgörülen, aşağılanan bir kavram var. Bence, o geçici bir şey! Amerika’da da Blues belki bazıları için öyle bir şeydi, ama geçti o! Neden geçici bir şey? Çünkü on yıl önce, Anadolu’nun bir şehrinden gelmiş bir genç adam, üniversitede okumaya gelip burada modern hayatı görünce, birdenbire kendini Newyorklu, LosAngeles’lı gibi havaya sokmaya çalışıyordu ki çevresinde ilgi toplayabilsin. O geldiği yer, geldiği yerin kökleri, onun için biraz da utanılması, unutulması gereken bir şeymiş gibi…Hayır, öyle değil! Gerçek çünkü… Binlerce yıllık türküler, Cahit diyor ya “Türkü Bara gidiyorum” diye! O, binlerce yıllık birikimin kodlarını algılıyor orada: o seslerde, o şarkılarda! Bu vazgeçilemeyecek bir şey, bu utanılacak bir şey değil!
CB: Biz 68’lerde beş arkadaş bir araya geldiğimizde hepimizin ortak bir ideali vardı: hayalimiz yurtdışına gidip meşhur olmak ve çok para kazanmak, yani…
FE: Şimdi de öyle gençler var, yurtdışına gidip ünlü olmak isteyen, ama kendi kültürünü bilmeden, Amerika’da Londra’da hangi Hip Hop grubu çıkmış, ne yapmış bunları çok iyi bilen…
CB: Doğrudur, şimdi bakın, Moğolların 41 senedir ayakta kalmasının ana nedenlerinden bir tanesi budur! Biz, bir soru sorduk kendimize ve o sorunun cevabını doğru verdiğimiz için hala ayaktayız! Dedik ki, “Yurtdışına gideceğiz!” İşte, hayat bizi Fransa’ya yönlendirdi. Yani, Taner’in bir diş ağrısı yüzünden Fransa’ya gittik! (Gülüşmeler) Şimdi dedik ki, “Biz orada birşey yapacaksak, bu adamlar zaten kendi müziklerini yapıyorlar, biz onlar gibi müzik yapmaya kalkarsak…” Bir hayal kur, bir plak şirketinin kapısı önünde şöyle 150-200 tane insan kuyrukta bekliyor, biz de ne yapacağız, o kuyruğun sonuna sıraya girecez, adamlar bizi dinleyecekler. Ha, bizim öyle bir özelliğimiz olsun ki hiç birinde olmasın! “Ne olsun?” diye sorduk. Onun cevabını biz doğru verdik ve aldık bağlamayı, gitarın yanına koyduk, ne bileyim yaylı tamburu, kabak kemaniyi, gitarın, bas gitarın yanına koyduk. Bunları harmanlayınca, birdenbire Moğolların asıl rengini, müzikal kurgusunu, kimliğini oluşturan formatı, o zaman yakaladık! Biz o yüzden hala ayaktayız, o format hala geçerli!
TÖ: Bunu Fransa’da yaptığımız zaman, çok kısa zamanda da karşılığını aldık! Yaptığımız albüm, 71 yılında Akademi büyük plak ödülünü aldı.
FE: Ne kadar güzel bir albüm o!
CB: Son bir şey daha ilave edeyim, o akademik alanda verilen bir ödüldü, tabii orada para yok! Sonra, biz dünya çapında üç firmaya müracaat ettik orada, üçüne de demo yaptık, üçünden de kontrat teklifi geldi! Bu olağanüstü gurur verici bir şey! Biz CBS’i tercih ettik, ama solistimiz yoktu! Yani, bizim bu handikap yüzünden, işte Barış’la birleşip o kontratı değerlendirmeye çalıştık, olmadı; Cem’le yapalım dedik; Selda’yla yapalım; ama hep bir solist sorunu…Biz onu değerlendirebilseydik, belki o hayallere, o zaman ulaşabilirdik, öyle bir ortam vardı.
FE: Ben de tam bunu soracaktım aslında, siz bunu “handikap” olarak nitelediniz ama…sanki Anadolu Pop’un bütün büyük isimleriyle, şarkıcılarıyla çalışmışsınız fakat, hep böyle bir vokalist sorunu…
CB: Kiminle çalışsak hep hit yaptı! Bizim gerçekten, bunu kendimizi methetmek için söylemiyorum ama, sahnedeki duruşumuz çok etkileyiciydi! Belki çok süper virtüöz derecede enstrümentalist değildik, ama dediğim gibi, kollektif olarak çok iyiydik! Şimdi gençlerde görüyoruz, hele bu monitör sistemi çıktıktan sonra, kim ne çalıyor bilmiyorlar! “Sen sesini, diğerlerini duyana kadar kısacaksın!” mesela, biz bunu biliyoruz ve o yüzden de, hala, nüanslı çalabiliyoruz. Nüans diye bir şey yok şimdi!
TÖ: Biz ilk kurulduğumuzda solistimiz Aziz Ahmet’ti, O bu, Anadolu öğesini benimsemedi, bir de evlenince, gruptan ayrıldı. Ondan sonra hep arayış içinde olduk, işte Barış’la çalıştık, Cem’le Selda’yla, hatta bir ara Erkin’e teklif ettik, Fuat’a ettik. Şöyle söyleyim Barış’la iyi çalıştık, çok eğlendik aramızda, tam bir kimya tutmadı, ama Cem’le çok tuttu. Cem esasında bizi tamamlayan adamdı bir şekilde!
CB: Kesinlikle!
TÖ: Cem’le hem Cahit’in hem benim, hem Moğolların çok uzun seneleri geçti. O da aslında, şu an da ruhen bizim grup arkadaşımız, şimdi oğluyla birlikteyiz.
FE: Bu durumda Cem Karaca mıydı sizin solistiniz?
TÖ: Esasında en iyi uyan, en iyi oturan oydu. Bu bir gerçek! Ben bu kadar sene sonra baktığımda, bu daha iyi ortaya çıkıyor. Ama ilk gözağrısının ayrılması beni gizlice çok üzmüştü, o devam etseydi bu kadar sene çok daha iyi olurdu orası muhakkah.
FE: Ben geçmişe çok fazla takılıp kalmak istemiyorum ama ilginç de buluyorum. Mesela, bakıyorum bazen bu konuda yazılan çizilenlere…sanki…kentli çocuklar Anadolu’ya turneye çıktınız da, orada Anadolu halkını, türküleri tanıdınız falan gibi bir görünüm…
TÖ: Altta oluşan bir şeydi o ve 60’larda başladı esasında. O 27 Mayıs darbesinin ortaya getirdiği tek hayırlı şey, Türkiye’nin görüp görebileceği en demokratik Anayasa neticesinde oldu. Ee o yıllarda sadece Türkiye’de değil tüm dünyada, İtalya’da da gecekondu mahalleleri filan vardı, yani küresel kapitalizm bu kadar saldırgan değildi. Her ülke kendi şartları içersinde gelişmesini sağlayabiliyordu. Öyle bir başlangıç Türkiye için çok faydalı oldu açıkçası. Türkiye İşçi Partisi kuruldu 15 milletvekili soktu, ama o zaman ki Türkiye İşçi Partisi, şimdiki değil yani… Çetin Altan, Mehmet Ali Aybar…
CB: Habire dayak yediler Mecliste..(Gülüşmeler)
TÖ: Hümanist bir solu savunan bir şeydi ki, o kuşak çok önemlidir. Sonraları o savaşçı bir sola dönüştü, biz hiç bir zaman onunla hemfikir olamadık, biz temelde hep orada kaldık bir şekilde…Doğrusu da oydu, insancıl bir sol ve bunun getirdiği olanaklar vardı. Dergiler çıkıyor, tiyatrolar, konserler, bunun arkasında işte Metin Erksan’ın Yılanların Öcü, Susuz Yaz filmi sinemada, bir Keşanlı Ali Destanı tiyatroda..Yani yaşadığın ülkenin sosyal gerçekleriyle, büyük kentlerde öyle bir dalga başladı.
Bir yandan da dergiler çıkıyor: “Sosyal Adalet”, “Yön Dergisi”, toprak reformundan bahsediyor, Türkiyedeki feodal yapıdan… hiç bilmediğimiz şeyler! Bir yandan Beatles çıkıyor, rock’n roll çıkıyor, bir yandan kitaplar basılıyor, Pir Sultan Abdal, Aşık Veysel… Bütün bunların hepsi bilgi olarak, kültürel olarak çok dinamik bir dönemdi aslında. Biz, o dönemin meyveleriyiz esasında.
Albümdeki “Geri sar, 68 ruhuna gerisi sar” parçasının nereden geldiğini anlıyoruz bu durumda!
TÖ: Evet, o, herkes tarafından algılandı zaten.
CB: Taner güzel anlattı herşeyi, ben de şu tarafını söyleyim: orda 68 ruhunda, gençliğin o hareketinde kendi öz menfaatine dair hiçbirşey yoktu! Bir ülke kaygusu, memleketin, insanların özgürce, hakça yaşayabilmesi arzusu vardı, o ruh çok egemendi. Mesela, sevgi olayı… Sevgi korkunç paylaşılırdı, kimse sevgisini içinde hapsetmezdi! Sevgi paylaşımı vardı, ama şimdi, 80 sonrası, Özal o işin damgasını koymuştur! Bu bencil yapı, bu bencil kurgu… Ülkenin şu geldiği noktayı görüyoruz! Benim çok içim acıyor o anlamda! İşte Tekel işçileri orda, grevde bugün; bu adamlar ne istiyor? Tekel’i sattılar, Seka’yı sattılar, hayvancılık bitti, tarım tamamiyle gitti, böyle elle tutulur ne kadar şeyimiz varsa, işte bankalar gitti, gitti gitti…
TÖ: Su gidiyor, su…suyu da götürüyorlar!
CB:Yani ne var ne yok herşey gidiyor, bu benim içimi fena halde acıtıyor! Halbuki bizim dönemimizde böyle birşey yapılamazdı! Tamam, belki ağır aksak yürüyordu, ama bu özelleştirme ya da Taner’in güzel söylediği gibi sermayeninin bu azgın saldırısı yoktu o zaman.O güç, o ruh olsaydı bu kadar olmazdı. Grevler gene olmayacak mıydı? Gene olacaktı, yaşamın dinamiğinde var olan şeyler, sosyal katmanlar da… Herhalde, Dünyada tek bizdedir “hayalciler” diye… Ben İktisat fakültesinde okudum; birinci sınıfta, sosyalizm tarihinde, ütopistler diye bir bölüm var, başta Marx…
TÖ: Ama John Lennon’un “İmagine” şarkısı ne güzel cevaptır buna, yani bu anlamda yazılmış! Şimdi, Cahit’in söyledikleri sadece bizim Türkiyenin yaşadığı şeyler değil ki, gezegenin sorunu esasında! Kapitalizm ve halk yığınları diyelim….Bunun çözümünü insanlık muhakkak, bir şekilde bulmak zorunda. Yani, en son ekonomik kriz neticesinde, “bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler!” deyince, iyice azgınlaşıp balonlar şişirip patlattılar, kendi kapitalist ekonomileri de çökme durumuna geldi. Yani, bu artık kaçınılmaz bir gerçek! John Lennon da onu çok güzel söylemişti, hani “hayalciler” diyor ya! Ama, “I am not the only one!” diyor. Yani, hayalciler ne kadar çoğalırsa…
CB: O yüzden diyoruz “umut yolunu bulur”!
Bu durumda, şu anki AKP Hükümeti’nin Türkiye’sinde “Umut” yolunu bulur mu dersiniz?
TÖ: Bu da geçici bir şey bence, çünkü AKP de Anadolu’daki tutucu kesimleri temsil ediyor, onlar hayata katılamıyordu bir türlü. Bu belki de köyden kente göçün, yani tarımsal toplumdan sanayi toplumuna geçişin son dalgası. Bundan sonra belki, normal bir toplum haline doğru geçicez, ama çok tahribat yapıyorlar! Çok beceriksizce ve çok, nasıl anlatayım, çok bilmiş tavırlarla, pek bilmeyerek! Ama bu tahribat da tamir edilir zamanı gelince!
CB: Geçen gece Uğur Mumcu gecesi vardı, Siyaset Meydanında, ben onu duymamışım daha önce. Uğur Mumcu’nun bir konferansta bir konuşması var: “Bu ülkede bizler” diyor, “İtalyan Medeni Hukuğuna göre birşey, Alman Ceza Hukuğuna göre birşey, ve bilmem ne İsviçre Hukuğuna göre birşey yaşıyoruz, İslam hukuğuna göre de cenazemiz kalkıyor!” (Gülüşmeler) Şimdi burdaki asıl acı olan şey, bu teşhis! Çok şey getirmişler ordan, o şeyi yapıştırmışlar! Bu toplumun kendi içindeki dinamiğine uyumlu olmayacak yapılarla, yapıştırma yapıştırma… Sonra insanlar da bunlarla kavuşamamış! Bugün işte Doğu’da hâlâ aşiret reisleri varsa, hâlâ işte bu ülkede bir toprak sorunu varsa, bu ülkenin parası, 70 milyonluk bir nüfusta 15 bin kişinin elinde biriktiyse, işte 360 bin km karenin, Doğu’daki bilmem kaç kilometresi 5 tane ağanın elindeyse, ve hâlâ bu devirde bir köy alınıp satılabiliyorsa içindeki insanlarla beraber, bunlar acı…AKP de bunları kesinlikle değiştirmez, değiştirmeye kalkmaz, çünkü menfaatine aykırıdır! Ama biz umudun var olduğuna inanıyoruz ve tabii çok iddiali, biz bu lafı söylüyoruz diye, bütün insanlar, haydi ellerine alıp umutlarını ayyukaya çıkaracak değil tabii ama…
TÖ: Aa demekki umut varmış deyip herkes… (Gülüşmeler)
CB: Önemli olan, biz yine müzik tarafına dönelim: bizim kültürümüz, Türkçemiz fena halde erozyona uğruyor! Bunun en büyük nedeni de, sayısız şekilde yeteneksiz, gerekli eğitimi almamış insanların onlarca ulusal telefon, yüzlerce yerel televizyon, binlerce yerel radyolarla bu topluma devamlı bir bombardımanda bulunmaları ve bunu yaparken yaptıkları işteki estetik kaygısı, kalite kaygısı, işte ne bileyim bu ülkenin siyasi değerleri, ekonomik değerleri, bunların hiçbirini umursamadan kendi aralarındaki reyting kaygısına bu ülkenin değerleri peşkeş çekiliyor ve bu olunca da gençlerin büyük çoğunluğu apolitik! Ben demiyorum ki lise talebesi, ama üniversite talebesinin artık politika ile kenarından bucağından, mutlaka ve mutlaka ilgilenmesi gerekiyor! Gençler biraz daha açılırlar, o vahşice kendi menfaatini kollayan içgüdülerini biraz daha paylaşımcı hale getirirlerse, o zaman umut yolunu bulur, yani bulacak!
FE: O yüzden mi daha genç, en azından yaşça diyeyim, yeni bir vokalistiniz var!
CB: Evet, Emrah. Onun bir duygusal tarafı da var bir yandan. O, bize babadan kalan bir emanettir, bizim oğlumuz sayılır. Tabii ki bir başkası da olabilirdi, çünkü bizim her zaman bir solist ihtiyacımız oldu. Ne Taner ne ben, biz instrumentalistiz, şarkıcı değiliz! Ama hep idare ettik. Onu da niye idare ettik biliyor musunuz? 93’te grubu tekrar biraraya getirdik ya, bir solist aradık. “Ya dedik şimdi o kadar tehlikeli bir şeyki bu, alacağın adam öyle bir mayada olurki bizi de dağıtır!” Yani, onun çok bize uygun olması gerekir, baktık böyle bir genç (şimdi ismini vermeyim), baktık çocuk havalara girdi. “Eyvah!” dedik “En iyisi biz kendimiz söyleyelim, nasılsa kendi şarkılarımız!” Biz böyle götürdük, ama bir yerden sonra olmuyor, bir ses, bir şarkıcı nosyonuna sahip olmadığımız için böyle geniş aralıklı bir şey ne bileyim vibrotosu, bir oktav yukarısı…Emrah da büyüdü askere gitti, geldi, ondan evvel “Bir kaset yapalım Cahit Amca!” diye bana gelmişti, dedim “Sen biraz daha şey yap…”
FE: Çalış…
CB: “Piş!” Tabii bunu, öyle söylemedik! Neyse, işte askerden geldi, biraz daha çalıştı sağda solda, bayağ bir popçu formatındaydı, şimdi onu temizliyor yavaş yavaş, bizler de böyle zaman zaman okşayarak, zaman zaman döverek…. (Gülüşmeler) Mesela, Emrah tam bir grup adamı oldu.
FE: Harika, Peki tepkiler nasıl, benim gördüğüm kadarıyla hep bir Cem Karaca’nın oğlu nitelemesi var, istisnasız hemen her yerde, zor olsa gerek onun için! Gerçi, Emrah değil de kim gelse tepki çekecekti galiba…
CB:Eee bizim de fanatiklerimiz var tabii! (Gülüşmeler)
TÖ: Biz zaman tanıyoruz… onlar geçici biliyoruz.
CB: Daha Serhat’a bile alışamadı bazı fanatikler! 17 yıl geçti ya!
TÖ: Şimdi şöyle bir şey var: Emrah gelmeden önce biz sahnede şöyleydik, çok garip! Engin davulunu normal davulcular gibi arkaya kurmaz, sahneden seyirciye bakınca sahnenin en soluna kurar, yan kurar ki, Cahitle bakışabilsin, Serhat’ı görebilsin, gözgöze gelebilsin, benle… Çok sever onu, öyle özel bir şey bu, çok güzel, 60lardan kalma, yani herkes birbirine bakarak çalsın falan… Ben onun yanında duruyorum, sağımda, sahneden seyirciye bakınca, arada bir boşluk… O boşluğun öbür tarafında Cahit, onun yanında da Serhat, yani arada hep böyle bir boşluk oluyor…
CB: Emrah geldi doldu! (Gülüşmeler)
FE: Peki, hazır albümden bahsederken yine bununla, müzikle devam edelim. Bu albümün şimdiye kadar yaptığınız en iyi albüm olduğunu söyleyenler var. Kimi hayranlarınız sizi Türkiye’nin Pink Floyd’u ve Cahit Berkay’ı David Gilmour’u olarak niteliyor.
CB: Estafurallah… bin kere estafurallah…
FE: Kimisi de çok güncel mevzularda şarkı sözü yazmanızı eleştiriyor. Mesela, “Neden Nazım Hikmet’in o kadar bilinen şiirlerini yeniden şarkı yapmışlar?” ya da “Uluslararası olabilecek bir kariyerleri varken bunu, ‘mesaj vermek’ adına heba ediyorlar falan” diyenler var. İşte…
CB: Ben o keratalara…
FE: Ben sadece onların ne dediğini söylüyorum, ben söylemiyorum!
CB: Bunu aynen yazabilirsiniz! Ben o keratalara önce şunu soruyorum: “İnternet’ten bedava müzik indiriyor musun, indirmiyor musun?” Önce, samimi bir şekilde bunun cevabını versinler! Şimdi, dedim ya, ben iyi şarkı sözü yazan bir adam değilim, ama bazen oturuyor. Mesela, “Issızlığın ortasında”, belki şiir olarak çok müthiş bir şey değil, ama o ruhu, anlatmak istediği şeyi, ifade ettiğini düşünüyorum. Mesela, ben bu son üç albümde de, böyle matrak, bizim yok olmaya yüz tutmuş bir “mani” geleneğimiz vardır, o mani geleneğini rock formatında yaşatmaya çalışıyorum. “Dinleyiverin gayri” vardır, o buna bir örnektir, Bu son albümde de “Kriz bastı”, taşlama. Nazım Hikmet’in “Haydarpaşa Merdivenleri”…
FE: Bence müthiş olmuş o parça, benim için, albümün en sevdiğim parçalarından…
TÖ: Mesela, “Bulutlar adam öldürmesin!” çok bilinen bir şiir, tamam onu kabul ediyorum, Zülfü Livaneli. Şimdi, ben aşağı yukarı taa 91’den beri, tüm anti-nükleer kampanyalarda en önde, bu konuda çalışan biriyim, çünkü 10 sene Almanya’da kaldım, Yeşil hareketinin başından taa 90’lara kadar içindeydim, birçok insanı da tanıyorum, Joshua Ficher de dahil olmak üzere. Anti-nükleer kampanyalar beni çok etkileyen birşey, bir aktivist olarak, aynı zamanda öyle bir kimliğim olduğunu düşünüyorum, ben senelerimi vermişim bu işe! Şimdi yine, bu berbat Rus firması ihaleyi kazanıyor, Akkuyu’da Sinop’ta kurulacak, her tarafta tesisler yapılıyor ve işte termik santraller, 70 tane, bunların yanında bir tepki verebilmek için “Bulutlar adam öldürmesin” benim için en sembolik şey!
CB: Ben toparlayım mı? Şimdi bir kesim var, onların da aşağı yukarı kim olduğunu biliyoruz. Diyorlar ki, “Moğollar 1993’te tekrar bir araya geldikten sonra yaptıkları parçalarla bir politik istikamette gidiyorlar, Moğolların ruhunu, bilmem nesini bozuyorlar” falan gibi… Yani, istiyorlar ki suya sabuna dokunmayan, bir yoğurt gibi parça yapalım. Bu mümkün değil! Ya, eğer ben bir beste yapıyorsam, yahut bir şiir arayıp bulup bunu besteliyorsam, ben kendimi nasıl kandırırım? İçimden ne geliyorsa ben onu koyuyorum! Onlara da çok affedersin, halt yemek düşer!
Biz içimizden geldiği gibi müzik yapıyoruz, ister dinle, ister dinleme! Bir parça politik bir kurgu, zemin üstüne oturuyorsa o ben istediğim için, sen istediğin için değil! Grup arkadaşlarım da bunu sevdikleri benimsedikleri için bu albümde yer alıyor bu! Yani bu ucuz! Eleştirilere her zaman açığız ama böyle aptalca, böyle eline baltayı alıp da belden aşağı vururcasına eleştirilere, hiç bir şekilde pabuç bırakmam yani! Moğollar, gerçek bir rock grubudur, biz öyle içi boş… şimdi söylemeyim, örnek vermeyim! Biz, yaşamdan etkilenerek müzik yapıyoruz, yaşamda neyi yaşıyorsak! Son cümle: Biz, gerçek bir rock grubuyuz ve muhalifiz! Muhalif olmamızı istemeyenler kendileri gibi olmamızı istiyorlardır, ben Özal çocuğu değilim!
TÖ: Gerçek bir rock grubu derken, bu topraklardan yoğrulmuş bir rock grubu, yani bu evrensel değildir anlamına gelmiyor! Ulusalcı bir rock grubu değil, evrensel, ama buradan beslenmiş, binlerce yıllık kodları da taşıyan bir grup! Benim bu son yıllarda oluşan, bu Issız Adam filminden sonra, eski 45likler, 60’lar, 70’ler gibi bir moda var; o yılların suya sabuna dokunmayan, eğlenceli hafif duygusal şeyleri insanlar tarafından çok seviliyor. Sevilmesinin nedenlerinden birisi de hafif hafif gülüyorlar: ‘Aaa ne kadar safmış, ne kadar salakmış!’ diye.
Hani bugünün bir mizah anlayışı var ya, İnternetin getirdiği… herkes herkese, herkesle dalga geçebilir şeklinde… Ama “satire” denilen eleştirili mizahın da bir dengesi var! Onu yapan Frank Zappa, son derece entellektüel, ne olup bittiğini dünyada iyi bilen, bunu da çok iyi yapan birisi! Onun arkasına bir birikim gerekli, böyle önüne gelen, ha, ha ha, hi hi diye birileriyle dalga geçerse ki, bu son yıllardaki mizahçıların da getirdiği birşey! Çok kabiliyetli insanlar ama öyle fütursuzca herşeyi aşağılabilirsin, aşağılama serbest tarzında bir şey oldu… Bu çok yüzeysel bir şey, çok tahripkâr bir şey! Mizah, arkasında derinliği olan bir şey olması lazım, neye ne zaman, nasıl dokunacağını iyi bilmesi gerekir ama işte bu yaşanan yıllar…bu İnternet kültürünün de getirdiği birşey. İşte, kendi takıntıları olan, kendiyle sorunlarını halledememiş olan bir çok insan, bunu bir rahatlama yolu, karşısındakini aşağılayarak, dalga geçerek kendini sorunlarından kaçma yolu olarak kullanıyor, bu da kolay bir şey değil, bu da geçici bir şey bence!
FE: Peki, “yandaş ve karşıdaş” medyada yer buluyormusunuz Moğollar olarak?
TÖ: Buluyoruz.
CB: Şimdi buna bir akademik gözlüğüyle bakarsak herkes kendi fikrini söylesin, ama kendi fikrini söylerken gerçekleri görmemezlik ya da gerçekleri saptırmak, bu yanlış! Şimdi, “yandaş”, “muhalif” bir de “mülayimler” var, bizim şarkıda da geçiyor bu. (Gülüşmeler) Bu dönemde mülayim olmak ‘yağdanlık’, yani erk kimin elindeyse, güç kimin elindeyse ona yandaş olmak! Bu, samimiyetsizliğin kaypaklığın dik alasıdır. Yandaş söylesin, ben ona çok kızmıyorum! Asıl kızdığım, eğer iktidar değişirse ondan sonra, o yandaşlar kimlik değiştirirlerse, öbür tarafa dönerlerse, işte o zaman samimiyetsizlik ortaya çıkar. Yoksa herkes istediği fikri düşünceyi söylesin, ona saygı duyuyorum.
TÖ: Öyle de olmalı zaten, eğer demokrasi deniyorsa her kesimden, her karşıt görüşün ortaya çıkması gerekir, ama bundan rahatsız olmamak gerekir. “Bu adam benim fikrimi savunmuyor, bana karşı çıkıyor” deyip de onu aşağılamak için, onu yoketmek için manipülasyon yapma noktasına gelmemeli, işte orada durabilmeliyiz! Ben açıkçası, kişisel olarak söyleyim, hepsinin dışında izliyorum sadece! Yani, yapacak başka bir şey yok ki! O zaman, iki taraf da bana kızıyor: “Sen niye böylesin, sen niye şöylesin?” Hayır ben böyleyim, sen işine bak! Bunları biz çok gördük, manipülasyona gelemem! Beni kimse kandıramaz! Dikkatlice izliyorum sadece, çünkü herkes oyun oynuyor, manipülasyon yapıyor karşılıklı. Samimi olanları destekliyorum, saygıyla karşılıyorum, isim vermek gerekmez ama hakkaten var o tip insanlar, ama bir de oynayanlar var! Çok kötü manipülasyonlar da yapılıyor, insanları yok etme pahasına, hayatlarını kaydırma pahasına manipülasyonlar yapılıyor, bunlar bu dönemin gerçeği demek ki! Ama bunların sürekli olmayacağını biliyoruz!
CB: Bir Ergenekon olayı yaşanıyor, tabii ki biz 68 kuşağından gelenler olarak hem 70li yılları hem 80li yılları yaşamış insanlar olarak hirbir şekilde bir darbe olayına taraftar olamayız, ama bir darbe olayı saptırılıyorsa… Bir şeyler gizleniyor. Ortaya gayet somut birşeylerin konması lazım. Ben şimdi bekliyorum o somut şeyleri, şimdi mahkemeler devam ediyor tabii, göreceğiz! Mesela, birtakım insanlar suçsuz olurlarsa bu devlet onlardan özür dileyecek mi?
FE: Bir de medya öyle ki…
TÖ: Temelinde medya var zaten, savaşlar karşılıklı. Bu, biraz şeye benziyor, Red Kit’de ‘altına hücum’ hikayesinde uzun burunlularla koca kulaklılar vardır. Gece giderken uzun burunlular gidip koca kulaklıların tekerleklerini kesiyorlar filan, bunu anlamamak için aptal olmak lazım…(Gülüşmeler)
Bu röportaj, Yeni Harman Dergisi’nin Şubat 2010 sayısında yayınlanmıştır.
Copyrights@Filiz Elasu