Altımızdan kayan “KAF”
Azis Nesin 1982 Anayasa’sının yüzde 92’lik bir oyla kabul edilmesine karşı tepkisini “Türk Halkının yüzde 60’ı aptaldır!” diye dile getirmeyip de “Türk Halkı’nın yüzde 85’si sarsılmış, vidaları gevşemiştir çünkü, deprem bölgesinde yaşamaktadır!” diye dile getirseydi kanımca o kadar tepki almazdı! Üstelik “Halkı mazur görün, sadece altındaki zemin değil, bulunduğu konum dolayısıyla, altındaki tüm politik, ekonomik, toplumsal temeller ardarda gelen depremlerle, artçı şoklarla habire sallanıp duruyor!” dese belki çok daha iyi anlaşılırdı. Delil olarak da, en basitinden Vikipedia’da bulabileceğiniz, aşağıdaki coğrafik (bilimsel) tanımlamayı gösterse, ülkemizin hem fiziksel hem de siyasal karakterini bir çırpıda özetlemiş olurdu.
“Kuzey Anadolu Fay Hattı (KAF), dünyanın en hızlı hareket eden ve en aktif sağ-yanal atımlı faylarından biridir.
KAF sistemi, Anadolu Bloğu‘nun, güneyde Arap Plakası (senede 25 mm.’leri bulan hızlı sıkıştırma hareketi ile) ve kuzeyde (neredeyse hiç hareket etmeyen) Avrasya Plakası’nın arasında kalması ve bu sebeple batıya doğru açılma şeklinde hızla hareket etmesi sebebiyle yüksek sismik aktivite göstermektedir.”
Orta Asya’dan başladığı yolculuğunu nihayetinde, Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerindeki bu topraklarda, Türkiye Cumhuriyeti ile sürdüren halkımızın sırtından doğal afet olarak nitelenen depremler hiç eksik olmamıştır. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de tarihteki önemli depremler hakkında güvenilir bilgi ve kayıtlar ancak 18. yüzyıl ortasından sonraya ait. Buna rağmen, mesela İstanbul’da 325 yılından bu yana 13 şiddetli depremin meydana gelmiş olduğu uzmanlar tarafından belirtilmekte. Bunlar içinde, 10 Eylül 1509’da merkez üssü Adalar olan İstanbul depreminde, nüfusu 160 bin olan kentte 5-6 bin insan hayatını kaybetmiştir. Halk arasında “Küçük Kıyamet” olarak bilinen bu depremin şiddeti tarihçilere göre 7.4’dür. Bu depremin sonrasında Osmanlı Sultanı, İmparatorluğun her bölgesinden toplattığı 66.000 işçi, 3000 ustabaşı ve 11.000 asistanı görevlendirerek imar işleri başlatmış, halktan topladığı özel vergilerin de yardımıyla Haziran 1510’a kadar hasarlar tamir edilmiştir.
Diğer önemli hasara yol açmış depremlerden biri de 22 Mayıs 1766 depremidir. Marmara denizinin doğusunda olmuş ve İzmit’ten Tekirdağ’a kadar alanda büyük can ve mal kaybına yol açmış olan bu deprem, hakkında epey veri sahibi olduklarımızdan. Bu depremden 2 ay sonra inşaat malzemeleri ve bina ustaları Midilli’den Kayseri’ye kadar uzanan geniş bir bölgeden gelmiş, yapım ve onarım çalışmaları sırasında pekçok kamu binası yıkılarak yeniden yapılmış, hatta Fatih Sultan Mehmet Camii 5 Mayıs 1771’e kadar kullanıma açılamamıştır. Her iki depremde büyük dalgaların oluştuğu rivayet edilmekte ve yine her ikisinin de yol açtığı hasar ve kayıpların sultanların otoritesi altında kısa bir sürede ve etkin bir çalışma sonucu giderildiği belirtilmektedir.
İstanbul’daki en son deprem 10 Temmuz 1894’de olmuş ve yine büyük tahribata yol açmıştır. Tevfik Fikret’in 1894’de bu deprem üzerine yazmış olduğu şiir sadece depremi değil belki ülkenin ve halkın içinde bulunduğu ruh halini de simgeler.
Bin üç yüz ondu…Henüz dün bu köhne izbeye sen
Misafir olmuştun
Ki hep sinirli ve hummalı hastalar gibi yer
Birden
İçin için ve uzun
Bir sarsıntı ile çırpındı kırdı,
yıktı… Keder
Ve korku yüzleri soldurdu; evler,
aileler
Birer döküntü; kalanlar bütün
ezik, yitik…
Sarsıl ama Yıkılma
Halkımızın karşılaştığı en büyük siyasi ve toplumsal depremin 1. Dünya Savaşı’nın sonunda “İmparatorluk’tan” “Milli Devlet’ e” geçmek olduğu bazı yazar ve toplumbilimcilerimiz tarafından dile getirilmekte (Laçiner, 1999). Siyasi ve idari yapısından tutun ekonomi ve toplumsal ilişkilerine, kılık kıyafetinden alfabesine kadar her alanda sarsılan halkımız için bu travmayla yüzleşip kendini toparlamak bu yazarlarımıza göre “Tek Partili Sistem” döneminde nasip olmamıştır. Atatürk zamanında meydana gelen 13 Mayıs 1924 Erzurum Depremi ilginç bir kesittir bu dönemden ve ülkenin siyasi ve idari yapısına dair ipuçlarını barındırır. Erzurum depremini öğrenir öğrenmez Trabzon’daki yurt gezisini yarıda keserek Erzurum’a gitmeye karar veren Atatürk, imkansızlıklar yüzünden önce Samsun’a ardından zor bir yolculuk sonunda afet bölgesine gelir. O gelene kadar bazı çalışmalar yapılmış ancak yetersiz kalmıştır. Atatürk’ün ulaşmasıyla devletin imkanları hızla bölgeye akmaya başlamıştır. Öyleki, doktor eksikliğini ve bazı ilçelerde doktor bulunmadığını ve İstanbul’daki bazı sivil doktorların Şark olduğu için bölgeye gelmediğini öğrenen Atatürk, İsmet İnönü’ye “ültimatom” tarzında bir telgraf çekerek bölgeye gelmekten kaçınan doktorların derhal tayinlerinin çıkarılmasını, reddedildiği takdirde meslekle ilişkilerinin kesilmesini istemiştir. Gazi bölgede olduğu süre boyunca bütün çalışmaları sıkı bir kontrol altına almış ve yönlendirmiştir. 15 gün gibi bir sürede afet bölgesindeki barınak ve hasar çalışmaları tamamlanmış ve kısa zamanda hayat normale dönmüştür. Ne yazıktır ki Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre sonra tarihimizdeki en büyük depremlerden biri yaşanacak ve 26 Aralık1939’da 8 şiddetindeki bir sarsılmayla 30.000 insanımız Erzincan’da hayatını kaybedecektir.
İkinci Dünya Savaşını Tek Partili Sistem altında savaşa girmeden ama türlü zorluklarla ve gerilmeyle geçiren halkımız bunun getirdiği bir enerji boşalımıyla 1950’lerden itibaren “Çok Partili Sistem” ve “demokrasiyle” tanışacak ve artık habire büyüklü küçüklü depremlere, artçı şoklara maruz kalacaktır. Neredeyse her 10 senede bir askeri rejimlerle titretilen, kimi zaman çeki düzen verilip yönlendirilen halkımız, tıpkı altımızdaki toprak gibi, yüzü Batı’ya dönük, ama ruhu sarsıntıdan sersemlemiş bir şekilde ve Soğuk Savaş arka planda, tarihsel yolculuğuna devam edecektir. Depremlerin şokunun 1980’lerden sonra iyice hissedilmeye başlandığı ülkemizde halkımız artık sadece siyasi ve toplumsal şoklara değil, 50’lerde “Özgür Dünya’ya” eklemlenmesiyle başlamış olan ve şiddeti gittikçe artan ekonomik depremlere tamamiyle, hem de başdöndürücü bir hızla tabi tutulacaktır. Öyleki halkımız bu dönemle birlikte iyice artan politik kayıplara, yargısız infazlara, kitlesel işkenceye, köy yakmalara ve PKK’ye yönelik savaşta 30.000 insanın ölümü gibi toplumsal afetlere maruz kalacak ve habire sarsılacak ve hatta bunun sonucu gelişen travmalarla iyice şoka girecektir. Geçen ay değindiğimiz 1993’deki deprem etkisi yaratan Sivas olayı, ardından 1997’deki Susurluk Skandalı artçı şoklar olarak etkisini hayatımızda hissettirecektir.
Körfez Depremi
Nihayet 1999’daki 17 Ağustos Körfez depremi sarsacak, silkeleyecektir halkımızı. Hem de ciddi anlamda..Ve artık ipler kopacaktır… Yerel saatle 3.02’de gerçekleşen Kocaeli Gölcük merkezli deprem Mw ölçeğine göre 7.5 büyüklüğünde olmuş ve resmi raporlara göre 17.840 ölüm, 43.953 yaralı ile sonuçlanmıştır. 505 kişinin sakat kaldığı, 285 bin 211 konut ve 42.902 işyerinin hasar gördüğü 17 Ağustos günü, resmi olmayan bilgilere göre yaklaşık 50.000 ölüm, ağır-hafif 100.000’e yakın yaralı olmuştur. 133.683 çöken bina ile yaklaşık 600.000 kişi evsiz kalmıştır. Depremin korkunçluğunu burada yeniden anlatmaya gerek yok sanırım. Yaşayanlar ve tanıklar için hayat boyu taşınacak bu sarsıntıyı halkımız televizyonları başında günlerce hatta aylarca izledi ve yaşadı. Geç ulaşan devlet yardımı, kurtarma çalışmalarında, dağıtımda, moloz kaldırmada, ilk yardımda, mağdurlara yiyecek ve barınak sağlamakta, ölü gömmede, çadır tedarik etmede, kalıcı konut yapmada, hatta başka ülkelerden gelen yardımları kabul etmede yaşadıklarımız…Organizasyon eksiklikleri, idari yetersizlik, acizlik, çok başlılık…. Yardımları şova dönüştürenler, yolsuzluklar, adam kayırmacılık, depremden vurgun yapmaya çalışanlar, karaborsacılar, çadırlardaki altyapı ve yönetim sorunları…Çaresizliğimiz, kızgınlığımız, suçlu arayışımız, gittikçe şiddetlenen toplumsal bunalımımız, deliliğimiz…
“Ey Türk Titre ve Kendine Dön”
17 Ağustos Türkiye halkını derinden sarsmış ve halk, çatırdayanın artık sadece evinin temelleri değil ama siyasi yapı olduğunu farketmiştir. Depremden sonra artık devletle halk arasındaki ilişki değişecektir (İnsel, Laçiner, 1999). 17 Ağustos’la birlikte İstanbul’un burnunun dibinde, ülkenin ekonomik merkezi sayılan bir bölgede, orta sınıfların zarar gördüğü bir deprem yaşanmıştır. Orta sınıflarımız devlete olan güvenini yitirecek ve şimdiye kadar görülmemiş bir devlet ve düzen eleştirisine kapılacaktır. Deprem ertesi bu durumu halkımız için bir fırsat olarak gören ve bu sarsılmayla Türkiye Halkının titreyip kendine döneceğini ve yeni, daha sağlıklı bir düzeni, devlet anlayışını devreye sokacağını umut eden aydınlarımız nerdeyse on yıldır beklemekte…Bu arada, otoriter devlete sırtını dayamış, laikliği bayrak yapmış olan orta sınıflarımızla, İslam ve vahşi kapitalizmi bağdaştırmayı becermiş ve pastadan pay kapmanın kendi sırası olduğuna kanaat getirmiş orta sınıflarımız arasında türban, laiklik, AKP’nin kapatılma davası, Ergenekon, ekonomik kriz olasılığı gibi konular etrafında bir meydan savaşı gündemi meşgul edecektir.
Kimine göre “doğal” olmasına doğal olup “afet”liğe ancak işe insanoğlu karışınca sebep olan depremler artık resmi gerçeğimiz. Geçtiğimiz yıl Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Müsteşarı Sabri Özkan Erbakan tarafından açıklandığı üzere Türkiye’nin yüzde 84’ü 1. ve 3. derece deprem bölgesinde olup bu bölgelerde yaşayanlar ülke nüfusunun yüzde 85’ini oluşturmaktadır. Bu oranın yüzde 50’si birinci derece deprem bölgesindedir. Halkımızın büyük çoğunluğu için bu gerçekliğin ayırdına varmak ancak bu afetleri yaşadıktan sonra vuku bulacaktır. İlk fay hattı araştırmasının 1948 yılında yapılmış olduğu ülkemizde bu çalışmaların verileri 17 Ağustos’a kadar hiçbir yerleşim planında ve zemin çalışmasında ciddiye alınmayacaktır. Osmanlı ve 1940’lara kadarki “Tek Partili” Cumhuriyet döneminde kentlere göçün sıkı bir kontrol altında tutulduğu ülkemizde, 60’lardan sonra bu konuda tamamiyle bir başıboşluk hüküm sürecek kentlerimizin, ülkemizin çehresi değişecektir.
“Devletin Malı Deniz, Yemeyen Domuz”
1960’lardan itibaren kentlere göç eden halkımız kent kenarlarındaki boş alanlara yerleşecek ve kendi imkanları dahilinde, başıboş, yerleşim sorunlarını çözmeye çalışacaktır. Yerel seçim dönemlerinde imar afları ile yasallaşan bu yerleşim yerleri son 30 yıldır yap-satçı, işbilir müteahhitlerimizin de katkısıyla şehirlerimizi, ören yerlerimizi, ormanlarımızı, kıyılarımızı kanserli bir hücre gibi saracak ve habire büyüyecektir. Artık sarsılan sadece toprak ve siyasi-toplumsal yapılar değil, ülkenin doğası, fiziki yapısı, dağları, tepeleri, ormanlarıyla coğrafyası da olacaktır. Bugün Türkiye’de, devlet istatistiklerine göre, yüzde 80’e yakın, İstanbulda ise yüzde 75 oranında kaçak yapı vardır. Herkesin yap-sat müteahhit olduğu ülkemizde planlama ve denetleme gibi kamu hizmetleri sadece göstermelik olacak halkımız işi kitabına uydurup, “devletin malı deniz, yemeyen domuz” mantığıyla hareket edecektir. Yap-satçıların mühendis olup olmadığı konusunda herhangi bir istatistiğin olmadığı ülkemizde kamu inşaatlarını yapan kayıtlı 60.000 bin teknik eleman (yarısı mimar-mühendis) olmasına rağmen, kalite ve estetik açıdan kamu binaları da sınıfta kalacaktır.
Bugün, ülkemizin ve kentlerimizin içinde bulunduğu çarpık yapılaşmayı görebilmek için mimar-mühendis, uzman olmamıza dahi gerek yoktur aslında. İçinde yaşadığımız şehirler, mahalleler, kasabalar, tatile gittiğimiz kıyılar birer çirkinlik abidesi olarak gözümüzün önünde uzanmaktadır. Kibrit kutusuna benzeyen, birbirinin içine girmiş, çok katlı, kişiliksiz apartmanları bir medeni yaşam biçimi sanan halkımız, bu binaların Roma’dan, Bizans’tan, Selçuklu’dan, Osmanlı’dan kalan anıtlarla, yapılarla estetik tezatlığını göremeyecek kadar sarsılmış, körleşmiştir! Şehirlerimizdeki kaldırımların “kaldırım mühendisleri” tarafından dahi yapılamayacak kadar kötü, yaşlının, çocuklunun, engellinin hiçbir şekilde dikkate alınmadığı birer medeniyetsizlik timsali olduğunun farkına varamamaktadır! 17 Ağustos depreminde suçlu bulma derdindeki halkımız tarafından hedef alınan müteahhitlerimiz, bu çirkinlik estetiğini nasıl geliştirmiş ve hangi merciler tarafından onay almıştır acaba? Bu ülkenin mimar ve mühendisleri nasıl eğitim almaktadır ki ülkenin hertarafında biten yazlık siteler, şehirlerde ormanların ve dere yataklarının üzerinde kurulan lüks siteler hiçbir yaratıcılık izi taşımazlar! Ülkemizin üst ve orta sınıfları en son model lüks arabalarından inip, tiril tiril ‘designer’ kıyafetleri ile yürüdükleri kaldırımları, pahalı mobilyaları ile içinde yaşadıkları çirkin binaları ‘güzellik anlayışlarıyla’ nasıl bağdaştırmaktadırlar? 17 Ağustos sonrası yargılanıp ceza alan müteahhit Veli Göçer’in yaptığı 3 binden fazla konutun fenni mesulleri, proje mükellifleri, yıllara uzanan dönem içinde ruhsat ve oturma izni veren belediye görevlileri ve tüm bunlara yasa ve planları, vizyonu tedarik edemeyen devletin tüm mercileri, milletvekilleri, bakanlar, hükümetler nerede ve nereden çıkmıştır acaba? Bu insanların sarsılmış olmaları dışında bir açıklama getirmek mümkün müdür?
Belki “Yer” Dinler
17 Ağustos depreminden sonra iyice gündeme oturan ve son 10 yıldır hala kapımızı tıklatmamış olan olası bir İstanbul depremine karşı geliştirilen “politikasızlık” politikası sistemimizin, hükümetlerimizin ve devletimizin yetkinliğini yine gözler önüne sermektedir. Olup olmayacağı konusunda dahi her kafadan farklı seslerin çıktığı bu olası felakete karşı deve kuşu gibi toprağa başını gömüp beklemekten başka seçenek bırakılmamıştır halkımıza. Körfez depreminden bu yana toprak rantına dayalı politikalardan vazgeçilmemiş ve hatta kamu yönetiminde beklenen yapısal dönüşümler yerine ‘kentsel dönüşüm’ adı altında hazırlanan yeni imar operasyonları ile ülkemiz ve özellikle büyük şehirler, İstanbul başta olmak üzere, uluslararası yağmaya açılmıştır. Yapılaşma ile ilgili mevzuat bütünsel bir yaklaşım yerine parçacı ve günlük yaklaşımlarla dolu olup, planlama sürecinde yine çok başlılıkla karşılaşılmaktadır (TMMOB Mimarlar Odası, 2007). Bu arada, fay hattı teorileri, hangi semtin yıkılıp yıkılmayacağı, depremin ne zaman olacağı, komplo teorileriyle halkımızın kafası allak bullak edilmektedir.
Olası bir İstanbul depremi için en ilginç teorilerden biri, belki sizlerin de e-mail mesajı olarak aldığınız, deprem tahmincisi olarak ün yapan Amerikalı Mike Lee’den. On yıldır, Ay, Güneş ve yıldızların konumuna bakarak kendi geliştirdiği bir hesap sistemiyle dünyadaki olası depremleri tahmin etmeye çalışan Mike Lee’nin şimdiye kadarki tahminlerinde doğruluk oranı yüzde 60. Mike Lee’ye göre, İstanbul depremi 2008’de gerçekleşecek ve olası tarihler şöyle olacaktır: 3-13 Ağustos 2008 (bu yazıyı okuyorsanız şimdilik badireyi atlatmışız demektir), 4-14 Eylül 2008 ve 21-31 Ocak…. Bunca sözden sonra halkımıza önerilebilecek tek bir seçenek kalıyor; eğer sağ kalma olasılığı olursa ve hala bunca sarsıntıdan sonra bir çöküş yaşanmazsa, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 17 Ağustos sonrası depremzedelere verdiği tavsiyeyi dinlemek ve ‘devletten değil depremden davacı olmaya’ hazırlanmak!..
Bu makale Yeni Harman Dergisinin Ağustos 2008 sayısında yayınlanmıştır. Copyrights Filiz Elasu 2008