Dünyanın ileri gelen politikacıları iktidarları bittikten yada görevi devrettikten sonra diyelim, ne yaparlar? Emekli mi olurlar? Evde oturup anılarını mı yazarlar yoksa? Kimisi için evde oturup, daha naçizane (resim yapmak, evde hapis cezası çekmek gibi) uğraşlar edinmek mümkün olabilir ama örneklere bakılırsa, çoğu için zor bir seçenek bu, özellikle de genç sayılabilecek Batılı liderler açısından. Tony Blair, Bill Clinton gibilerinden bahsediyorum. Gerçi yaşı yada milliyeti ne olursa olsun iktidar hastalığına tutulmuş tüm politikacılar aynı belirtileri gösterip, aynı şekilde halklarına gına getirtiyorlar ama (Fikret Kızılok’un ‘Demirbaş’ isimli şarkısını hatırlarsınız) kimisi uluslararası arenada at koşturmaya ve söz söylemeye devam ediyor.
Amerika ve İngiltere’nin ‘çok özel’ dostluğu bu alanda da bariz bir şekilde sergileniyor. İngilizce konuşan, Anglosakson dünyanın neoliberal liderleri dünya gündemini ve geleceğini şekillendirmek işinden vazgeçemiyorlar. Eh, dünyayı yönetmek, hele hele dünyanın asıl elitleri tarafından güvenilir görülüp, misyon yüklenmek kolay iş olmasa gerek (Tony Blair ve Bill Clinton’ın her ikisinin de iktidara gelmeden önce Bilderberg Konferansına davet edilmiş ve orda ‘herhalde’ onaylanmış olduğunu belirtelim). Haa deyince de öyle bırakıp gidebileceğiniz bir şey değil galiba (mafia filmlerini izleyenler benzerliği yakalayabilir!)
Hatırlarsanız Reagan ve Thatcher’la başlayan ‘serbest piyasa’ seferberliği, Baba Bush’la ‘Yeni Dünya Düzenine’ dönüşmüş, bunu devralan Bill Clinton 1990’lardaki dünya kapitalizmini küreselleştirme işini Monika Lewinsky skandalıyla yarıda kesmek zorunda kalarak misyonu Oğul Bush’un ‘Axis of Evil’(Şeytan’ın Eksenleri) söylemine bırakmak zorunda kalmıştı. Ekonomik anlamda birbirinden pek farklı olmayan bu süreçler sadece dış politikada kullandıkları söylemlerle birbirinden ayırt ediliyor. Bill Clinton’a da bundan sonra dünyayı dolaşıp ücret karşılığı söylevler vermek, konuşmalar yapmak görevi düşmüştü. İktidardan ayrılma şekli düşünüldüğünde pekçokları tarafından yıldızının sönüp, unutulacağı düşünülen Clinton tam aksini ispat ederek iyice parlamış nerdeyse pop star statüsüne yükselmişti. Yazdığı ‘Hayatım’ isimli kitabıyla Amerika’da bestseller olan Bill Clinton yardımsever bir organizasyon niteliğindeki ‘Clinton Vakfı’ nı kurarak küresel fakirliğe ve salgın hastalıklara karşı kampanyalar düzenleyip yardımlarda bulunuyor. Bu arada hatırlatalım Bill Clinton Beyaz Saray’dan ayrılırken şimdiye kadarki başkanların hepsini geride bırakan bir emeklilik paketinin sıkı pazarlığını yapmayı da ihmal etmemiş. Emeklilik paketi şimdiye kadar 8m doları bulan Clinton’ın kendi maaşı dışında, çalışanlarının ödemeleri, 3.2 milyon dolarlık ofisinin kirası ve 420.000 dolarlık telefon faturası devlet tarafından (daha doğrusu Amerikan halkının vergilerinden) ödeniyor. Bir habere göre Hilary ve Bill Clinton son 8 yılda 109 milyon dolar kazanmış ve bu onları Amerikanın en çok kazananlar listesinde ön sıralara koyuyor. Duruma bakılırsa Bill Clinton’ın misyonu henüz bitmiş değil. Kendisi olmasa da karısı önümüzdeki Amerikan seçimlerini kazanırsa, kaldıkları yerden devam edip neoliberalizmin Amerikan ayağını sağlamlaştıracağa benziyorlar.
Şimdi gelelim, senaryomuzun İngiltere’deki asıl oğlanına. Geçtiğimiz yaz Başbakanlığı Gordon Brown’a devretmesinin hemen ardından Orta Doğu’da Amerika, Rusya, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Topluluğu adına Filistin ve İsrail arasında arabulucuk görevi verilen Tony Blair ‘her nedense’ bu işte pek uzun süre kalamadı. Ancak, Amerika’nın liderliğini yaptığı, İngilizce konuşan Batılı liberal demokrasilerde (ve tabii ki medeni) Tony Blair gibi tecrübeli, konuşma ve ikna yeteneğine sahip liderler için işler biter mi? Tabii ki hayır. (Hele ‘inanç’ sahibi, sıkı bir Katolik iseniz iş bulma fırsatlarınız iyice artıyor!) Geçtiğimiz ay Westminister Katedralinde ‘Küreselleşme’ konusunda bir konuşma yapan Tony Blair dini inancının ‘insanoğlunun sınırsız bencil isteklerinin ötesine geçerek, iyi olanı yapmak ve düşünmek’ konusunda kendisine yol gösterdiğini iddia ederek, tüm kendisi gibi ‘inanç sahibi olanları’ ‘dünyanın vicdanı’ olmaya çağırdı. Konuşmasında ne İngiltere’yi ahlaksız ve yasal olmayan bir savaşa sokmak için söylediği yalanlara, ne de Irak’ın Birleşmiş Milletler tarafından günümüzün insanlık felaketi olarak ilan edilmiş olduğuna değindi. Bu arada hayatında vuku bulan bazı son dönem küçük ayrıntılardan bahsetmeyi de tamamiyle unutmuş göründü Tony Blair. (İnancı saklanmış olsa gerek bu dönemde) Anılarını yazmak için aldığı 5 milyon sterlin ön ödeme, JP Morgan gibi (dünya capitalizminin asıl yöneticilerinden) bir yatırım bankasında danışmanlık görevi karşılığı yılda alacağı 2.5 milyon sterlin, bir diğer İsviçre sigorta şirketiyle olan danışmanlık görevine karşın yıllık yarım milyon sterlin, ve dünyanın çeşitli ülkelerinde yaptığı konuşmalardan gelen ücretler (mesela Çin’den aldığı 230.000 sterlin)!.
Dünyamızın ve insanlığın içinde bulunduğu felaketler sistemi kapitalizmin ve onun neoliberal ekonomik modelinin sözcülüğünü bakın nasıl yükleniyor Tony Blair ‘Dünyamıza şu an şekil veren kuvvetler o kadar güçlü ki, hepsi de bir yönde ilerliyor. Dünyamızı açıyorlar (liberalleşme anlamında). Daha önce de belirttiğim gibi artık modern politikada ayrıştığımız nokta geleneksel sol ve sağ arasında değil ama açık ve kapalı (toplumlar) hakkında’. İşin ilginci Blair’in bu sureç sanki kendi başına oluyormuş gibi konuşması ve Irak’ı açmak için şiddet, şok ve hatta işkence kullanan bir ortaklığın, bir askeri işgalin liderlerinden biri olduğunu unutuyor görünmesi. Bunda belki de Amerikan yönetiminin Paul Bremer liderliğinde giriştiği neoliberal ekonomiyi Irak’ta kurma projesinin başarısızlığı yatıyor.Devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, geniş bir alanda çalışanların işlerine son verilmesi, iş dünyası ve yatırım için yasal düzenlemelerin yapılması, iş ve işveren ilişkilerinin yeniden düzenlenmesine rağmen, varolan beklentiler, alışkanlıklar ve sosyal yapılar işgalcilerin karşısına dikilip duruyor. Amerikan ve İngiliz güçlerinin Irak’ta neoliberal ekonomiyi sıfırdan kurmak adına yaptığı tüm girişimler başarısızlıkla noktalandığı içindir ki belki de Tony Blair yeni bir arayışın temsilciliğini yapma çalışmasına girmiş gibi.
Bu Tony Blair’in Foreign Affairs Dergisine yazmış olduğu ‘Küresel Değerler için Mücadele’ isimli makalesinde şöyle dile geliyor ‘Doğu yükseliyor ve Batı’yla en azından aynı konumda olmayı talep ediyor. Belki daha fazlasını…İnsanın gözünü yıldıran bu yeni dünyayı hangi değerler yönlendirecek?…Bence, hızla küreselleşen dünyamızda, güç Batı’daki geleneksel merkezinden uzaklaşıyor, dünyamız aklın almayacağı bir şekilde fakirleşirken, daha tehlikeli, kırılgan ve tüm bunların yanısıra amaçsız bir yere dönüşüyor – demek istediğim bu yolculuk sırasında ona yardım edecek bir hedefi, yol göstericisi-yani güçlü bir tinsel (ruhi) yönü olmaksızın…Bu yüzden, Doğu ve Batı üzerinde güçlü tarihsel ve kültürel etkileri olmuş olan ‘dini inancın’ ortak değerler etrafında birleşmemize yardım edeceğini düşünüyorum. Aksi takdirde herşey bir hakimiyet mücadelesine dönüşebilir.’ Bir zamanlar Marksist söylem tarafından ‘halkların afyonu’ olarak nitelendirilen dini inancın, şimdi dünya elitleri tarafından yeniden keşfedilerek capitalizmin vahşi yüzünü güzelleştirmek için kullanılacağının açıkça dile getirilmesi mi bu dersiniz?. Tabii bu arada Çin’in neoliberal pazar ekonomisinin genişlemesine nasıl entegre edileceği daha doğrusu, Çin’in öngörülen yükselişi sırasında Batı’nın, Amerika liderliğinde dünya ekonomisini nasıl kontrol edebileceği soruları Demokles’in kılıcı gibi tepede sallanıp duruyor. Gelecek yıl Amerikanın Yale Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak da işe başlayacak olan Blair ‘İnanç ve Küreselleşme’ konularında dersler vererek, artık ordaki arkadaşlarıyla bizlerin tinsel kurtuluşu için yeni kuramlar geliştirecek gibi.
Tony Blair Westminister Katedralinde konuşması sırasında (dışardaki yüzlerce savaş karşıtı göstericinin çıkardığı gürültünün arkada fon müziği oluşturduğu esnada) ‘Ben ahlaki üstünlük iddiasında bulunmuyorum. Hatta tam da aksi’ demişti. Galiba, ‘doğru’ birşey söylediği ender anlardan biriydi bu! Katedralin dışında Blair’in konuşmasını protesto eden göstericiler her zamanki gibi İngiliz medyasından pek bir ilgi görmedi. Bunun üzerine BBC’ye bir mektup gönderen ünlü müzisyen, prodüktör Brian Eno şöyle konuştu ‘…haber programınızda Blair’in konuşması sırasında fondaki gürültünün kaynağından bahsetmeyi unutmuşa benziyorsunuz. Yüzlerce insan dışarda küreselleşme hakkında konuşması istenen bu adamın absürdlüğünü protesto ediyordu. Kırım savaşından bu yana ülkenin gördüğü en büyük felaketin nedeni olan biri bu. Dün gece gerçek demokratlar dışardaydı. Yazık onları kaçırdınız!’
Bu yazıyı kısa bir anektodla bitirmek istiyorum. Sırf, dünyada, dünya kültür mozaiği içinde daha insani, daha gelişkin ve gerçek anlamda tinsel örneklerin, geleneklerin bulunduğunu ve tek seçeneğimizin neoliberalizmin bizlere biçtiği bencil ve açgözlü tüketici rolüne indirgenmek olmadığını göstermek dileğiyle.
On yıl kadar önce bir mülakatta Neşet Ertaş’a sorarlar ‘Türkiye’de konserler vermeniz için teklifler yapılıyordur. Bu teklifleri nasıl karşılıyorsunuz?’ diye. O da şöyle cevap verir ‘Kabul etmiyorum. Çünkü kırk yıl o garip vatandaşlarımın ekmeğini yedim. Tekrar konser verip onların cebindeki ekmek paralarını alamam. Ama onlara televizyondan bedava konser veririm.’Abdal geleneğinin günümüzdeki en büyük isimlerinden, Anadolu’nun çıkardığı sayısız müzik dahilerinden, halk ozanlarından biridir Neşet Ertaş. Çektiği onca çileye, zor hayat koşullarına, hor görülmeye, fakirliğe rağmen gözü ve gönlü tok, kadirşinas biri üstelik…
Kaynakça
Hakan Tatyüz, 06.04.1996, Milli Folklör Dergisi
Leonard Doyle, 12.04.2008. The Independent
Naomi Klein, 2007 ‘The Shock Doctrine’, Metropolitan Books
Stop the War Coalition, 07.04.2008
Tony Blair ‘A Battle for Global Values’, Jan-Feb. 2007 Foreign Affairs
Bu makale Yeni Harman Dergisi”nin Mayıs 2008 sayısında yayınlanmıştır.
Copyrights @ Filiz Elasu